TCK 125 Hakaret Suçu ve AİHM Kararları Kapsamında İfade Özgürlüğü

Yargıtay 12. Ceza Dairesi         2017/1832 E.  ,  2018/2246 K.

Mahkemesi :Asliye Ceza Mahkemesi
Suçlar : Gizliliğin ihlali, hakaret
Hükümler : 1- Sanıklar hakkında gizliliğin ihlali suçundan dolayı beraat
2- Sanık … hakkında hakaret suçundan dolayı
TCK’nın 125/1-2, 125/3-a, 125/4, 62, 50/1-a, 52. maddeleri
gereğince mahkumiyet

Gizliliğin ihlali suçundan sanıkların beraatlerine ilişkin hükümler, katılan vekili tarafından, hakaret suçundan sanık …’ın mahkumiyetine ilişkin hüküm, sanık … müdafii tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereği düşünüldü:
A) Sanıklar hakkında gizliliğin ihlali suçundan kurulan beraat hükümlerine yönelik katılan vekilinin temyiz isteminin incelenmesinde;
Dosyada mevcut 11.07.2011 tarihli vekaletname içeriğine göre, davadan feragata ve temyiz talebinden vazgeçmeye yetkili olan katılan vekilinin, temyiz isteminde bulunduktan sonra, 03.08.2016 hakim havale tarihli dilekçesi ile katılan adına davadan ve temyizden feragat ettiklerini belirtmiş olması karşısında, CMK’nın 243. maddesi gereğince katılmanın hükümsüz kaldığı anlaşıldığından, hükmü temyiz etme hak ve yetkisi bulunmayan katılan vekilinin temyiz isteminin, 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı Kanun’un 317. maddesi gereğince isteme aykırı olarak REDDİNE,
B) Sanık … hakkında hakaret suçundan kurulan mahkumiyet hükmüne yönelik sanık … müdafiinin temyiz isteminin incelenmesine gelince;
Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin kovuşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya kapsamına göre, sanık müdafiinin sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;
1- Hakaret suçu 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesinde düzenlenmiş, maddenin birinci fıkrasında hakaret suçunun temel şekline, üçüncü ve dördüncü fıkralarında nitelikli hallerine yer verilmiş, aynı Kanun’un 131/1. madde ve fıkrasında kamu görevlisine karşı görevinden dolayı hakaret dışında kalan hakaret suçlarının şikayete tabi olduğu açıkça ifade edilmiş; madde gerekçesinde hakaret fiillerinin cezalandırılmasıyla korunan hukuki değer, “kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer fertler nezdindeki saygınlığı” olarak belirtilmiş olup, bu suçun oluşabilmesi için, davranışın kişiyi küçük düşürmeye matuf olarak gerçekleşmesi gerekmektedir. Somut bir fiil ya da olgu isnat etmek veya sövmek şeklindeki seçimlik hareketlerden biri ile gerçekleştirilen eylem, bireyin onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte ise hakaret suçu oluşacaktır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 31.01.2017 tarihli ve 2014/4-785, 2017/34 sayılı kararında vurgulandığı üzere; bir hareketin tahkir edici olup olmadığı bazı durumlarda nispi olup, zamana, yere ve duruma göre değişebilmektedir. Bu nedenle her türlü ağır eleştiri veya rahatsız edici sözlerin hakaret suçu bağlamında değerlendirilmemesi, sözlerin açıkça, onur, şeref ve saygınlığı rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnadını veya sövmek fiilini oluşturması gerekmektedir.
Hakaret suçu, ifade özgürlüğünü sınırlayan nedenlerden olup, iddianameye konu haberdeki ifadelerin hakaret suçunu oluşturup oluşturmadığına, ifade özgürlüğü bağlamında yapılacak değerlendirme sonucunda karar verilebilir.
İfade özgürlüğü; çoğulcu ve anayasal demokrasilerin temel taşlarındandır. Farklı tanımlara yer verilmekle birlikte genel kabule göre, ifade özgürlüğü; insanın serbestçe haber, bilgi ve başkalarının fikirlerine ulaşabilmesi, edindiği fikir ve kanaatlerden dolayı kınanmaması ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte meşru yöntemlerle dışa vurabilme imkan ve serbestisidir. İfade özgürlüğü, sadece “düşünce ve kanaat sahibi olma”yı değil, “düşünce ve kanaatlere ulaşma” ve “düşünce ve kanaatleri açıklama, yayma” özgürlüklerini de kapsamaktadır. Ayrıca ifade tarzları, biçimleri ve araçları da bu özgürlük kapsamında değerlendirilmektedir.
İfade özgürlüğü; insan hakları hukuku belgelerinde ve anayasalarda, temel haklar ve ödevler kategorisinde, birinci kuşak haklar arasında yer almaktadır. Bu nedenle çoğulcu demokrasilerde ifade özgürlüğü; herkes için geçerli, özüne dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez bir hak ve yaşamsal bir özgürlük niteliğindedir.
Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın (Anayasa) “Düşünce ve kanaat hürriyeti” başlıklı 25. maddesinde; “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” ve “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” başlıklı 26. maddesinde; “Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar…” şeklindeki düzenlemelerle ifade özgürlüğü anayasal güvence altına alınmıştır.
Hemen belirtmek gerekir ki, Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrası; usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağı hükmünü içermektedir. Bu nedenle iç hukukumuz açısından, Türkiye’nin taraf olduğu 4 Kasım 1950 tarihli İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’de (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi-AİHS) ifade özgürlüğünün nasıl düzenlendiği ve AİHS’nin esas uygulayıcısı ve içtihat mercii olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) ifade özgürlüğüne yaklaşımı önem kazanmaktadır.
AİHS’nin “İfade özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin 1. fıkrasına göre; “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir”.
AİHM’e göre ifade özgürlüğü, demokratik bir toplumun en önemli temellerinden olup, toplumsal ilerlemenin ve her kişinin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü, yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik bunu gerektirir ve bunlar olmaksızın “demokratik bir toplum” olmaz (Handyside/Birleşik Krallık, 5493/72, 07.12.1976). İfade özgürlüğü, özellikle kurulu düzene ters düşen, şoke eden ya da meydan okuyan fikirlerin korunması açısından önemlidir (Women On Waves ve diğerleri/Portekiz, 31276/05, 03.02.2009).
Bununla birlikte ifade özgürlüğünün mutlak ve sınırsız olmadığı, kısıtlı da olsa sınırlandırılmasının gerektiği, hem ulusal hem de uluslararası alanda genel kabul görmüştür.
Bu amaçla Anayasa’nın 26. maddesinin 2. fıkrasında; “Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngürdüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.” hükmüne yer verilmiş; sınırlamanın sınırı da Anayasa’nın 13. maddesinde; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” biçiminde düzenlenmiştir.
İfade özgürlüğünün sınırsız olmadığı AİHS’de de kabul edilmiş; AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrasında ifade özgürlüğünün hangi nedenlerle ve hangi koşullarda sınırlandırılabileceği düzenlenmiştir. AİHM, ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasına ilişkin bu düzenlemenin dar yorumlanmasını gerektiğini kabul etmektedir. Bunu gerçekleştirmek için de, ifade özgürlüğüne yapılan bir müdahalenin, “yasayla öngörülme”, “meşru amaç” ve “demokratik bir toplumda ‘gerekli’ olma” olarak belirlenen üç ölçüte sahip olup olmadığını sıkı bir şekilde denetlemektedir. AİHM’e göre, ifade özgürlüğü, AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrasında da öngörülen “ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin otoritesinin ve tarafsızlığının güvence altına alınması” nedenleriyle (meşru amaç) erişilebilir ve öngörülebilir hukuki/yasal dayanağı bulunan (araç) ve demokratik bir toplumda gerekli (ölçülü) önlemler olması koşuluyla sınırlandırılabilecektir.
İfade özgürlüğüne yapılan bir müdahale açısından “yasayla öngörülme” ve “meşru amaç” ölçütleri genellikle tartışmaya yol açmamaktadır; ancak, “demokratik bir toplumda ‘gerekli’ olma” ölçütü için aynı şey söylenemez. AİHM’e göre, “demokratik bir toplumda ‘gerekli’ olma” koşulu, ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin toplumsal bir ihtiyaç baskısına karşılık gelmesi ve özellikle izlediği meşru amaçla orantılı olması anlamına gelir. Bir müdahalenin bu koşulları yerine getirip getirmediği konusunda ulusal makamlar belli bir takdir hakkına sahip olmakla beraber ulusal makamların gösterdiği gerekçelerin konuyla “ilgili ve yeterli” olup olmadığını denetleme yetkisi AİHM’dedir. Bu denetimi yerine getirirken, AİHM’in görevi; ulusal makamların yerini almak değil, fakat söz konusu makamların takdir yetkilerini kullanarak verdikleri kararların AİHS’nin 10. maddesi ile uyum içerisinde olup olmadığını davanın bütün unsurlarını ve ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin olası “caydırıcı etkisi”ni de göz önünde bulundurarak belirlemektir.
AİHM, birçok kararında, AİHS’nin 10. maddesinin sadece ifade edilen düşünce veya bilginin esasını değil, aynı zamanda bunların aktarılma biçimlerini de güvence altına aldığını belirtmiştir. Bu anlamda, AİHS’de özel olarak düzenlenmeyen basın özgürlüğü, AİHS’nin 10. maddesinde yer alan ifade özgürlüğü içerisinde ele alınmıştır. İç hukukumuzda ise Anayasa’nın 28. maddesinin birinci fıkrasında basının hür olduğu ve sansür edilemeyeceği, üçüncü fıkrasında basın ve haber alma özgürlüğü bakımından devletin pozitif yükümlülüklerinin bulunduğu, dördüncü fıkrasında da basın özgürlüğünün sınırlandırılmasında Anayasa’nın 26 ve 27. maddeleri hükümlerinin uygulanacağı hüküm altına alınmıştır.
Basın özgürlüğü, bir yönüyle halkı ilgilendiren haber ve görüşleri iletme özgürlüğüdür, diğer yönüyle ise bu özgürlük, halkın bu bilgi ve görüşleri alma hakkıdır. Bu şekilde basın kamuoyunun bilgi edinme hakkı bakımından birincil derecede önemi bulunan “halkın gözcülüğü” ya da “bekçisi” görevini yapabilir (Observer ve Guardian/Birleşik Krallık, 13585/88, 26.11.1991). Bu görevini yerine getirmek için basına bir kısım haklar da tanınmıştır. Bunlar; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarıdır. Böylece basına, ifade özgürlüğünü kullananlar arasında ayrıcalıklı bir statü verilmiştir. Ancak basın özgürlüğünün de sınırsız olmadığı, basın ve yayın organlarının; bilgi edinme, bilgiyi yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını kullanırken, kamu yararını gözetmek zorunda oldukları gibi, açıklamalarının görünür gerçeğe uygun ve güncel olup olmadığını özenle irdelemek, bunların açıklanış şekli ile konusu arasında düşünsel bir bağ kurmak, ölçülülük ilkesine de uygun davranmak mecburiyetinde oldukları unutulmamalıdır.
İfade özgürlüğü ve ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olan basın özgürlüğüne ilişkin gerek Anayasa gerek AİHS hükümlerine uygun davranılmaması, devletin pozitif ve negatif yükümlülüklerine aykırı hareket etmesi anlamına gelecektir. Zira, negatif yükümlülük kapsamında yetkili makamlar, zorunlu olmadıkça ifadenin açıklanmasını ve yayılmasını yasaklamamalı ve yaptırımlara tabi tutmamalı; pozitif yükümlülük kapsamında ise ifade özgürlüğünün gerçek ve etkili bir biçimde korunması için gerekli önlemleri almalı, ifade özgürlüğünden yararlanma hakkı ile diğer kişilik haklarının korunması arasında adil bir denge kurmalıdır. Adil bir dengenin sağlanmasında hukuki düzenlemeler kadar bu düzenlemelerin uygulamaya yansıması da önem taşımaktadır.
Bu noktada AİHM kararları, AİHS’e taraf olan devletlerde uygulamayı şekillendirmektedir. AİHM, ifade özgürlüğü ile aynı öneme sahip diğer bir hakkın (özel hayata saygı hakkı, şeref ve itibarın korunması hakkı gibi) karşı karşıya geldiği durumlarda; ifadenin kamu yararına ilişkin tartışmaya katkısı, ifadenin muhatabının tanınmışlık düzeyi ve konumu, ifade sahibinin tanınırlığı ve daha önceki tutumları, ifadenin amacı, içeriği, şekli ve etkileri, bilginin elde edilme yöntemi ve doğruluğu, yaptırımın ağırlığı gibi kriterleri göz önüne alarak çatışan haklardan birini diğerine tercih etmektedir (Axel Springer AG/Almanya, 39954/08, 07.02.2012).
AİHM’e göre, öncelikle ifadelerin bir “olgu isnadı” mı yoksa bir olay ya da durum konusunda bakış açısını veya kişisel bir değerlendirmeyi ortaya koyan “değer yargısı” mı olduğu belirlenmelidir. Zira olgu isnadı kanıtlanabilir bir husus iken, bir değer yargısının kanıtlanmasının istenmesi dahi ifade özgürlüğüne müdahale sayılabilecektir. Yargılamaya konu olan ifadeler eğer bir değer yargısı içermekte ve somut bir olgu isnadından bahsedilemeyecekse değer yargılarını destekleyecek “yeterli bir altyapı”nın mevcut olup olmadığı AİHM tarafından göz önünde bulundurulmaktadır. Zira değer yargılarının dahi belli düzeyde olgusal temel içermesi gerektiği kabul edilmektedir. Öte yandan, hiçbir veriye dayanmayan ve hiçbir altyapısı bulunmayan bir değer yargısı, AİHM tarafından da ifade özgürlüğü sınırları içerisinde kabul görmemektedir. Olgu isnadı içeren ifadeler konusunda ise en azından ilk bakışta güvenilir görünen delil sunulması ve iddiaların gerçekliğinin ispatına yönelik delil sunulmasına olanak sağlanması gerektiği kabul edilmektedir. Eğer bir bilgi, kamunun geneli tarafından zaten biliniyorsa bir değer yargısını destekleyecek gerçekleri ortaya koyma şartı daha az aranmaktadır. AİHM, özellikle kamu yararı bulunan konularda, ifadeleri bir bütün halinde ve olayın bütünselliği içerisinde değerlendirmekte, “değer yargısı” kavramının anlamını geniş tutarak, ifade özgürlüğünü gözeten bir yorum yapmaktadır.
Jerusalem/Avusturya davasında, yerel bir siyasetçinin tarikatların totaliteryan olduğundan ve faşist eğilimler taşıdığından söz etmesi üzerine Avusturya mahkemeleri bu ifadenin kanıtlanmamış olgulara dayanmasından dolayı hakaret oluşturduğuna karar vermiştir. Buna karşılık AİHM, bu ifadeleri, doğruluğu kanıtlanması gerekmeyen değer yargısı ve kamu yararı ile ilgili bir konuda makul bir yorum olarak nitelendirmiştir (Jerusalem/Avusturya, 26958/95, 27.02.2001).
Thorgeir Thorgeirson/İzlanda davasında, başvuranın mahkumiyeti, polis şiddetine ilişkin iddiaların gerçekliğini ortaya koyamamasına dayanmaktadır. Bir yazar olan başvuran, gazetede yayımlanan iki uzun makalesinde, polisin kötü muamelelerinden söz etmiş; polislere ilişkin olarak “hayvanca davranan vahşi üniformalılar” gibi sözcükler kullanmıştır. Başvuran, kimliklerini belli etmeden polis mensuplarının hepsine hakaret etmekten yargılanmış ve para cezasına mahkum edilmiştir. AİHM’e göre, başvurucu başkalarının kendisine verdiği bilgileri dile getirmiş ve başkaları tarafından söylenenleri haberleştirmiştir. İddiaların tamamen asılsız olduğu da ortaya konulamamıştır. Başvuran makalelerinde çok sert ifadeler kullanmasına rağmen bu üslup aşırı değildir. Başvuranın cezalandırılması kamuyla ilgili bir konuda yapılan açık tartışmayı olumsuz yönde etkileyebilecek niteliktedir. Ayrıca, başvurucunun amacı polisin itibarına zarar vermek değil, Adalet Bakanlığı’nı polis şiddetine ilişkin iddialarla ilgili bir soruşturma başlatmaya sevk etmektir. Bu nedenle AİHM, halkı yakından ilgilendiren bu konuda, başvurucuyu sert bir üslupla dile getirdiği bazı iddiaların doğruluğunu ortaya koyma yükünden muaf tutmuştur (Thorgeir Thorgeirson/İzlanda, 13778/88, 25.06.1992).
Ruokanen ve diğerleri/Finlandiya davasında, başvurucu gazeteciler, bir öğrencinin bir beyzbol takımı oyuncuları tarafından tecavüze uğramış olduğu hakkında haber yapmıştır. Bu haber, kızın iddia konusu olaydan kısa bir süre sonra okul yönetimine vermiş olduğu bir ifadeye dayandırılmış, ismi verilmeyen birçok tanıkla da desteklenmiştir. Ne var ki gazeteciler ağırlaştırılmış hakaretten mahkum edilmiştir. AİHM, bu davada, AİHS’nin 10. maddesine yönelik bir ihlal bulunmadığına karar vermiştir. AİHM, mağdurun konuyu polise taşımamış ol­ması nedeniyle beyanının güvenilir olmadığını saptamış ve haberde yer alan suçlamaların, başvurucuların doğruluğunu daha dikkatli bir şekilde soruş­turmasını gerektiren ciddi bir nitelik taşıdığı sonucuna varmıştır. AİHM’e göre başvurucu­lar, mağdur, oyuncular ve takım ile iletişim kurarak meseleyi aydınlatabilirdi. Ayrıca, iddialar ciddi bir nitelik taşımakta olup, değer yargısı olarak değil olgusal beyanlar olarak sunulmuştu. Haber sadece oyun­cuların suçluluğu ispatlanana dek masum sayılma haklarını ihlal etmekle kalmayıp, henüz kanıtlanmamış bir şeyi gerçekmiş gibi ortaya koyarak oyun­cuların adını lekelemekteydi. Sonuç olarak AİHM, ulusal mahkemeler ta­rafından dayanılan gerekçelerin yeterli olduğu kanaatine varmıştır (Ruokanen ve diğerleri/Finlandiya, 45130/06, 06.04.2010).
Scharsach ve News Verlagsgesellschaft GmbH/Avusturya davasında, bir dergide yayımlanan yazıda, bir politikacı, “gizli Nazi” olarak tanımlanmış, Avusturya mahkemeleri bu ifadeyi olgu isnadı olarak kabul etmiş, ifadeyi destekleyen herhangi bir kanıt bulunmadığı gerekçesiyle gazetecilerin yaptıkları eleştirilerin kabul edilebilir sınırı aştığını kabul etmişlerdir. Söz konusu politikacının aşırı sağ kanaatta yer aldığı ve Nasyonel Sosyalizmin Yasaklanmasına Dair Kanun’u açıkça eleştirdiğini tespit eden AİHM ise “gizli Nazi” ifadesini yeterli olgularla desteklenen bir değer yargısı olarak kabul etmiştir. Ayrıca, Avusturya mahkemelerince, bir suç isnadının sağlam bir nedene dayandığının ortaya konmasında aranan kesinlik derecesinin, kamu yararı ile ilgili bir konuda, gazetecilerin değer yargısı içeren ifadeleri bakımından da aranmasınının, ifade özgürlüğünün amacı ile bağdaşmadığı ifade edilmiştir (Scharsach ve News Verlagsgesellschaft GmbH/Avusturya, 39394/98, 13.02/2004).
AİHM, Kasabova/Bulgaristan davasında, bir hakaret davası sanığının, ispat yükünü yerine getirirken, bir beyanın doğruluğunu kanıtlayan savcı gibi hareket etmesinin beklenmemesi gerektiğini ortaya koymuştur: “Nihai bir mahkumiyet kararı prensip olarak bir kişinin suç işlemiş olduğuna dair yadsınamaz bir kanıt oluşturur. Bununla birlikte, 6. maddenin 2. fıkrasında yer alan masumiyet karinesinin gereksinimleri göz önüne alınsa bile, hakaret davalarında suç teşkil eden davranış iddialarını kanıtlama biçimini bununla sınırlandırmak apaçık bir mantıksızlık olacaktır. Basında çıkan iddialar, ceza yargılamalarında öne sürülen iddialarla eşit mevkiye konulamazlar” (Kasabova/Bulgaristan, 22385/03, 19.07.2011).
Dalban/Romanya davasında, bir gazeteci, yolsuzluk ve kamu kaynaklarının kötü kullanımından dolayı devletin ileri gelenlerini suçlayan yazıları nedeniyle mahkum edilmiş, uyuşmazlık AİHM’e taşınmıştı. AİHM, basın özgürlüğünün aynı zamanda bir ölçüde abartmayı, hatta kışkırtmaya başvurmayı da içerdiğini, bir gazetecinin, doğruluğunu kanıtlamak koşuluyla eleştirel değer yargılarında bulunabileceği fikrinin kabul edilemeyeceğini vurgulamış, devletin ileri gelenlerinin görevlerinin ifasındaki tutum ve davranışlarına ilişkin yazılarda sunulan olaylar zincirinin tamamen yanlış olduğuna ve bu yazıların bir iftira/hakaret kampanyası başlatmak için tasarlandığına dair hiçbir kanıt bulunmadığını da gözeterek, başvurucunun ifade özgürlüğüne yapılan müdahaleyle AİHS’nin 10. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir (Dalban/Romanya, 28114/95, 28.09.1999).
Gerçek dışı olgulara dayalı iddia olarak nitelenen açıklamalar bakımından AİHM, başvurucuların bu tür ifadelerin ortaya konulmasından ve yayımlanmasından sorumlu olup olmadıklarını ve bu tür bilgilerle diğer kişileri aldatmayı amaçlayıp amaçlamadıklarını dikkate almaktadır. AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrası gereğince, başta basın ve yayın organları olmak üzere, ifade özgürlüğünü kullananların, bu özgürlüğü kullanırken, “görev ve sorumlulukları” da vardır ve AİHM’e göre, AİHS’nin 10. maddesinin basına tanıdığı güvence, gazetecilerin “iyi niyetli ve doğru olgular temelinde” hareket etmeleri ve gazetecilik etiğine uygun biçimde “doğru ve güvenilir” bilgi sunmaları koşuluna bağlıdır (Fatullayev/Azerbaycan, 40984/07, 22.04.2010).
Stoll/İsviçre davasına konu olayda, gazeteci olan başvurucu, Holokost mağdurlarının İsviçre’deki banka hesaplarında kalan paralarıyla ilgili zararlarının tazmini için Dünya Yahudi Kongresi ile İsviçre bankaları arasında yürütülen pazarlıklarla ilgili İsviçre Hükümeti’nin uygulayacağı stratejiyi gösteren ve İsviçre’nin Amerika büyükelçisine ait olan gizli bir raporun kopyasını kimliği belirlenemeyen bir kişiden almış ve bir Zürih pazar gazetesinde başvurucu tarafından kaleme alınan “Büyükelçi Jagmetti Yahudileri incitiyor” ve “Bornoz ve büyük nalınlı büyükelçi pot kırıyor” isimli iki tane makale yayımlanmıştır. Bir sonraki gün, bir Zürih günlük gazetesi, söz konusu stratejik belgeden geniş bölümler yayımlamış ve ondan sonra da başka bir gazetede aynı belgeden kesintiler yayımlanmıştır. Mahkeme başvurucuyu gizli resmi görüşmeleri yayımlamaktan para cezasına mahkum etmiştir. AİHM, makalelerin içeriklerinin çok kısa ve budanmış olduğunu, makalelerde büyükelçiye antisemit niyetler yakıştıran tarzda kelimeler kullanıldığını, sansasyonel başlıkları ile makalelerin sayfa düzenlerinin Holokost mağdurlarının paraları gibi önemli ve ciddi bir konuya yakışmadığını, makalelerin aynı zamanda açıklıktan uzak ve okuyucuları yanlış anlamalara düşürebilecek türden olduğunu, başvurucunun Holokost mağdurlarının paraları konusunun temelinde bulunan bir olay olan İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi toplumuna karşı işlenmiş olan acımasızlıklarla ilgili olarak büyükelçinin istifasında da şüphesiz rol oynayan bir dedikodu yaydığını, bu koşullarda ve makalelerden birinin büyük tirajlı haftalık bir pazar gazetesinin ön sayfasında yayımlandığı dikkate alındığında, başvurucunun ilk hedefinin kamuoyunu herkesi ilgilendiren bir konuda bilgilendirmek değil, büyükelçinin raporunu gereksiz bir skandal konusu yapmak olduğunu, söz konusu makalelerin büyükelçinin kişiliği ve tavırları konusunda okuyucularda yanlış anlamalara yol açabilecek, kısa ve budanmış sunum şeklinin, AİHS’nin 10. maddesi tarafından korunan toplumsal tartışmaya katkısını önemli ölçüde düşürdüğünü belirterek gazetecinin cezalandırılmasını AİHS’e aykırı bulmamıştır (Stoll/İsviçre, 69698/01, 10.12.2007).
Ancak önemle vurgulamak gerekir ki, yasa dışı yöntemlerle kaydedilen ya da yasal olmayan yollarla ele geçirilen ses ya da görüntü kayıtlarının açığa çıkarılması ve/veya yayılması, tek başına ve her zaman ifade özgürlüğünün kullanılması için öngörülen sorumluluklara uygun davranılmadığını göstermez. Özellikle basının, başkalarının özel hayatlarına saygı gösterme ve itibarlarını koruma gibi çizilmiş sınırları aşmaması gerekmesine rağmen toplum ve devlet hayatını ilgilendiren meselelerde bilgi vermesi de demokrasinin düzgün bir şekilde işlemesinin sağlanmasına ilişkin temel görevi bağlamında bir zorunluluktur. Bir başka anlatımla halkın genelini ilgilendiren ve kamu yararı bulunan tüm olaylar hakkında, halkı objektif ve gerçekleri yansıtacak biçimde aydınlatma, çeşitli sorunlar üzerinde kamuoyunu düşünmeye çağıracak tarzda tartışmalar açma, onu toplumsal ve siyasal oluşumlar üzerinde doğru ve gerçeğe uygun bilgilerle donatma, yöneticileri eleştirme, uyarma ve bu yöntemlerle denetleme, içinde yaşadığı toplumun ve tüm insanlığın sorunları konusunda bireyi bilinçlendirme aynı zamanda basının görevlerindendir. Dolayısıyla gizli bir kaydın açığa çıkarılması ve/veya yayılması durumunda, kamu yararı, kişilik haklarının korunmasına kıyasla daha önemli ise, basın etiğine uygun tarzda davranılmış ve hukuka aykırı hareket edilmemiş olmak koşuluyla, ifade özgürlüğünün bir tezahürü olan basın özgürlüğü lehine tavır alınmalıdır.
Radio Twist A.S./Slovakya davasına konu olayda, radyo yayıncısı olan başvurucu Radio Twist, Adalet Bakanı ile Başbakan Yardımcısı arasındaki telefon görüşmesine ait kayıtları bir haber programında yayımlamaktan suçlu bulunmuştur. Haber programında, yayımlanan kayıtlarla birlikte bazı yorumlara da yer verilmiş ve söz konusu yorumlarda kayıtların en büyük ulusal sigorta şirketinin özelleştirilmesine ilişkin menfaati olan iki gurup arasındaki güç mücadelesine ilişkin olduğu belirtilmiştir. Adalet Bakanı, yasa dışı olmasına rağmen telefon görüşmesinin yayımlanmasının kişilik haklarına zarar verdiği iddiasıyla radyo yayıncısı aleyhine medeni dava açmıştır. Slovakya Mahkemesi, Radio Twist’in Adalet Bakanı’ndan yazılı olarak özür dilemesine ve özür metninin de on beş gün içinde radyodan yayımlanmasına karar vermiştir. Mahkeme, yayıncı şirketi de Adalet Bakanı’nın şeref ve itibarında meydana gelen ve maddi olmayan zararlar nedeniyle tazminat ödemeye mahkum etmiştir. Söz konusu mahkeme kararında, cezanın yasa dışı bir şekilde kayda alınan ve özel hayatının bir parçası olan telefon görüşmeleri yayımlanan Adalet Bakanı’nın kişisel haklarına yapılan gayrimeşru müdahalenin bir karşılığı olduğu belirtilmiştir. Buna karşın AİHM, Slovakya mahkemelerinin vardığı sonuca katılmamıştır. AİHM, hem telefon görüşmesinin ve haberin sunumu sırasında yapılan yorumların içeriğinin hem de bağlamının tamamen politik olduğuna ve politikacıların özel hayatları ile bir ilgisi bulunmadığına dikkat çekmiştir. Dahası AİHM’e göre Radio Twist tarafından sunulan haberin gerçek olmadığı veya tahrif edilmiş bilgi barındırdığı da ileri sürülmemiştir. AİHM, başvurucu şirketin, onun çalışanlarının veya temsilcilerinin bu kayıttan sorumlu olduğunun veya gazetecilerin bu kayıtları elde ederken ya da yayımlarken ceza hukukunu ihlal ettiğinin hiçbir aşamada iddia edilmediğini ve ilgili kayıtların ulusal düzeyde bir soruşturmaya konu edilmediğini de göz önünde bulundurmuştur. Devletin sahip olduğu şirketlerin yönetimi ve özelleştirilmesiyle ilgili sorunların kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ve tanımı itibarıyla kamu yararına ilişkin olduğunu ifade eden AİHM, kayıtların yayımlanmasından sonra davacının Slovakya Anayasa Mahkemesine hakim olarak seçildiğini ve itibarının lekelenmiş görünmediğini de değerlendirmiştir. Sonuç olarak AİHM, üçüncü bir kişi tarafından elde edilmiş bir kaydı yayımlaması nedeniyle başvurucunun ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin gerekli olduğunun yeterince ikna edici bir şekilde ortaya konulamadığına ve AİHS’nin 10. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir (Radio Twist A.S./Slovakya, 62202/00, 19.12.2006).
Basın ve yayın organlarının ifade özgürlüğü, içinde bulundukları konum, mesleki faaliyetleri ve görevleri nedeniyle kamuoyu tarafından tanınan kişilerin görüş ve davranışlarını tanıtmak ve yargılamak için en iyi araçlardan birisini sunmaktadır. Bu bağlamda gerek iç hukukumuzda gerek AİHM kararlarında, kamuya mal olmuş kişilere yönelik eleştirilerin izin verilen sınırlarının toplumda yer alan diğer vatandaşlara nazaran daha geniş olduğu kabul edilmektedir. Özellikle siyasetçilerin, hem halkın hem de gazetecilerin yakın denetimine açık olan kamuya mal olmuş kişi haline gelmeyi bilerek tercih ettikleri, bu nedenle de kendilerine yönelik eleştirileri anlayışla karşılamak ve eleştirilere daha geniş bir hoşgörü göstermek zorunda oldukları benimsenmektedir.
Dabrowski/Polonya davasında, bir gazeteci, yerel bir siyasetçi ile ilgili devam etmekte olan ceza yargılamasına dair yazdığı yazıların gazetede yayımlanmasından sonra hakaret suçundan mahkum olmuştur. Başvuran, hakaret ettiği iddia edilen Belediye Başkanı’nın hırsızlık suçundan cezalandırılmasının ardından onu “Soyguncu Belediye Başkanı” olarak tanımlamıştır. AİHM, bu başvuruda, AİHS’nin 10. maddesinin ihlal edildiğine karar verirken, gazetecinin bir dereceye kadar abartma hakkına sahip olmasına ve Belediye Başkanı’nın kamuya mal olmuş bir kişi olarak bazıları olgusal temelden yoksun olmayan değer yargısı olarak değerlendirilebilecek eleştirilere karşı daha fazla hoşgörü göstermek zorunda olmasına özel bir ağırlık vermiştir (Dabrowski/Polonya, 18235/02, 19.12.2006).
Lingens/Avusturya davasına konu olan olayda, Avusturya’da 1975 yılında yapılan seçimlerden sonra, bir gazeteci olan başvuran Lingens, geçmişinde Nazi faaliyetleri bulunan bir siyasetçi ile koalisyon kuracağını açıklayan Federal Şansölye Bruno Kereiski’yi eleştiren yazılarında, “ahlaksızca”, “yüz kızartıcı”, “en adi türden fırsatçılık” ifadelerine yer vermiştir. Başvuranın para cezasına mahkum olduğu bu davada AİHM, politikacıların kendilerine yöneltilen ağır eleştirilere tahammül etmek durumunda olduğunu vurgulamış ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiği sonucuna varmıştır. AİHM, siyasetçilerin eleştirilere diğer kişilerden daha fazla hoşgörü göstermesi gerektiği ilkesine dayanmış ve mahkumiyetin ifade özgürlüğüne orantısız bir müdahale oluşturduğuna hükmetmiştir. Hararetli siyasi tartışmaların yaşandığı bir arka plan ışığında, başvurucunun açıklamaları, saldırgan olmakla birlikte hakaret niteliğinde görülmemiştir (Lingens/Avusturya, 9815/82, 08.07.1986).
Oberschlick/Avusturya davasına konu olayda, gazeteci olan başvurucu, Avusturya Özgürlük Partisi Başkanı Jörg Haider’in yaptığı bir konuşma üzerine onun hakkında yazdığı “Nazi Değil, Geri Zekalı” başlıklı ve “Nazi olarak adlandırıl­mak Haider için bir avantajdır; o Nazi değil, bir geri zekalıdır” ibarelerini içeren yazısı nedeniyle hakaret suçundan mahkum olmuş, AİHM mahkumiyetin ifade özgürlüğüne orantısız bir müdahale oluşturduğuna karar vermiştir. AİHM’e göre, “geri zekalı” sözcüğünün polemik yaratıcı ve hakkında kullanı­lan kişiyi incitici nitelikte olduğu tartışmasızdır. Ancak, sırf bu sözcüğün kullanılmış olmasından dolayı mahkumiyet kararı verilmesi yanlıştır. Bu sözcük yazının bütünü içinde değerlendirilmeli ve yazarın yazısında bu sözcüğe yer vermesinin amacı araştırılmalıdır. Söz konusu konuşmasında Haider, İkinci Dünya Savaşı’na katılan asker kuşağını yüceltip Alman ordusunda olanlar da dahil olmak üzere tüm askerlerin barış ve özgürlük için savaştıklarını, yalnızca o savaşa katılarak yaşamlarını tehlikeye atanların günümüzde ifade öz­gürlüğünden yararlanma hakkı olduğunu ileri sürmüştür. Gazeteci, yazısında, bu konuşmadaki mantık hatalarına dikkat çekmiştir. Haider’in mantığıyla, bugünkü Avusturyalı­ların çok büyük çoğunluğunun ve bizzat Haider’in kendisinin, İkinci Dünya Savaşı’na katılmadığı için, ifade özgürlüğünden yararlanamaması gerekir. Dolayısıyla gazeteci, “Böyle mantıksız konuşan bir kişi bence geri zekalıdır.” demek istemiştir. Sonuç olarak AİHM, bir bütün olarak ifadenin kullanıldığı bağlamın ve ortamın önemine vurgu yaparak, politikacının kışkırtmasına cevap olarak kullanılan “geri zekalı” sözcüğünü, keyfi bir kişisel saldırı değil, ifade özgürlüğü kapsamında korunması gereken bir görüş ve değer yargısı olarak kabul etmiştir (Oberschlick/Avusturya-No:2, 20834/92, 01.07.1997).
Eon/Fransa davasında AİHM, bir siyasi eylemcinin, 2008 yılında, Fransa Cumhurbaşkanı’nın ziyareti sırasında, Cumhurbaşkanı korteji geçmek üzereyken, üzerinde “Defol git, salak herif” yazılı bir pankart açarak Fransa Cumhurbaşkanı’na hakaret etmekten hüküm giymesini incelemiştir. AİHM, yerginin, pek çok kez, özünde var olan abartma ve saptırma vasıfları yoluyla doğal olarak kışkırtmayı ve galeyana getirmeyi amaçlayan bir sanatsal ifade ve toplumsal eleştiri biçimi olduğunu belirttikten sonra, ceza verilmesinin, güncel konular hakkında yergi niteliğinde ortaya konulan ifade biçimleri üzerinde bir soğutma etkisi yapmasının mümkün olduğunu ifade etmiştir. Bu tür ifade biçimlerinin kendisi, kamu menfaatini ilgilendiren sorunların serbestçe tartışılmasında oldukça önemli bir rol oynayabilmektedir ki serbest tartışma olmadan demokratik toplum mümkün olamaz (Eon/Fransa, 26118/10, 14.03.2013).
Bu konuda AİHM’in 2012 yılında vermiş olduğu Tuşalp/Türkiye davasına ilişkin karar, ülkemiz açısından önem taşımaktadır. Gazeteci olan başvurucunun, “İstikrar” ve “Geçmiş Olsun” başlıklı iki makaleden dolayı Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na tazminat ödemesine karar verilen olayda, basının demokratik toplumdaki vazgeçilmez işlevine atıfta bulunan AİHM, basın özgürlüğünün aynı zamanda bir derece abartı ve hatta tahrik içerdiğini, makalelerdeki bazı ifadelerin provokatif, kaba, saldırgan diye sınıflandırılabileceği varsayılsa bile, bu ifadelerin, halkın halihazırda bildiği bazı gerçekler, olaylar ve gelişmeler ile ilgili değer yargıları olup, yeterli bir gerçek zemine dayandığını, başvurucunun güncel olaylar ile ilgili görüşlerini, yorumlarını, bazı üst düzey yetkililer ve tanınmış kişilerle ilgili kanuna aykırı davranış ve yolsuzluk iddiaları ile Başbakan’ın çeşitli olay ve gelişmeler karşısındaki agresif tutumu iddialarını içeren makalelerindeki ifadelerin, kendi bağlamı ve ifade ediliş şekilleri içerisinde değerlendirildiğinde, başvuru sahibinin iyiniyetle hareket etmediğine ve yayımlanan makalelerin Başbakan’ın siyasi kariyeri, profesyonel ya da özel hayatı üzerinde bir etkisi olduğuna dair hiçbir bulgu bulunmadığı da gözetildiğinde, “haksız bir kişisel saldırı”, “ahlaksız aşağılama” kapsamına girmediğini, eleştiri sınırının siyasiler için sıradan bir şahsa kıyasla daha geniş olduğunu belirtmiş, Başbakan’ın kişisel haklarını, başvuru sahibinin haklarının ve halkı ilgilendiren konularda basın özgürlüğünün üzerinde tutmak için ikna edici acil bir toplumsal ihtiyaç ortaya konulamaması nedeniyle başkalarının hak ve itibarının korunması adına başvurucunun ifade özgürlüğünün kısıtlanmasını demokratik toplumda gereksiz bir uygulama olarak tanımlamış ve AİHS’nin 10. maddesinin ihlal edildiğine hükmetmiştir (Tuşalp/Türkiye, 32131/08 ve 41617/08, 21.02.2012).
Casttells/İspanya davasında ise AİHM, hükümeti eleştirmenin hoşgörülebilir sınırlarının, şahısları ve hatta siyasetçileri eleştirmenin sınırlarından daha geniş olduğunu vurgulamıştır. AİHM’e göre demokratik bir sistemde hükümetin eylemleri ve ihmalleri sadece yasama ve yargılama organlarının degil, basının ve kamuoyunun da denetimine tabidir (Castells/İspanya, 11798/85, 23.04.1992).
Bununla beraber Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar, milletvekilleri, politikacılar, bürokratlar, diplomatlar, bilim adamları, sanatçılar, sporcular gibi kamuoyu tarafından tanınan kişilere yönelik eleştirilerin izin verilen sınırlarının, toplumda yer alan diğer kişilere oranla daha geniş olmasının, bu kişilerin özel hayatlarına, onur, şeref ve saygınlıklarına ağır ve haksız saldırılarda bulunulabileceği anlamına gelmediği de gerek iç hukukumuzda gerek AİHM kararlarında yerleşmiş bir ilkedir. Buna göre ifadenin muhatabının konumu, ifadeyi kullananlar açısından sınırsız bir ifade özgürlüğü alanı bahşetmez. Bu nedenle demokratik toplumların çoğunda; ifade özgürlüğü kalkanı arkasına gizlenerek, kişileri yalnızca karalamak, aşağılamak, asılsız suçlamalarda bulunmak, kişilerin özel hayatlarına ölçüsüz saldırıda bulunmak gibi ifade özgürlüğü hakkının açıkça kötüye kullanıldığı durumlar, hukuken korunmamaktadır. Bu anlamda; iftira, küfür, onur, şeref ve saygınlığı zedeleyici keyfi söz ve beyanlar ile özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı saldırılar, müstehcen içerikli söz, yazı, resim ve açıklamalar, savaş kışkırtıcılığı, hukuk düzenini cebir yoluyla değiştirmeyi hedefleyen, nefret, ayrımcılık, düşmanlık ve şiddet yaratmaya yönelik olan ifadeler, ifade özgürlüğü kapsamı dışında değerlendirilebilmektedir.
Lindon, Otchakovsky-Laurens ve July/Fransa davasında, birinci başvurucuların yazarı ve editörü olduğu gerçek olaylardan esinlenen kurgusal bir romanda, farklı pasajlarda, kurucusu ve başkanı olduğu aşırı sağcı parti ile birlikte ismi verilen Jean-Marie Le Pen, “katiller çetesinin lideri” ve “seçmenlerinin öfkesinden ve bazen de kanlarından beslenen bir vampir” olarak tanıtılmakta, mafya lideri olarak bilinen “Al Capone”ye benzetilmekte, kurgu ürünü bir şahıs tarafından işlenen cinayetin onun tarafından “tavsiye edildiği” belirtilmekteydi. Ulusal mahkemeler, sadece kurgudan ibaret olmayıp gerçek olay ve şahsiyetlerin de kullanıldığı romanda, Jean-Marie Le Pen’in, kimliği açıklanarak ve gerçek olmayan olaylar kendisine isnat edilerek hedef haline getirilip, onu yaralama amacı taşıyan, kin ve şiddeti körükleyen ifadeler kullanılması nedeniyle başvurucuları hakaret suçundan mahkum ederek para cezasına çarptırmışlardı. AİHM, tanınmış bir siyasi şahsiyetin kurgu bir eserde dahi olsa bu denli ağır biçimde eleştirilmesinin bu gibi konularda izin verilen sınırların dışına taşmış olduğuna ve Fransız mahkemelerinin doğru kriteri uygulamış olduğuna kanaat getirmiştir. AİHM’e göre, siyasi tartışmaların içerisindeki kişilerin bu mücadeleyi ölçülü ve uygun bir şekilde yürütmesi gerekmekteydi ve siyasi bir şahsiyetin itibarı, tartışmalı dahi olsa, AİHS kapsamında korunmayı hak ediyordu (Lindon, Otchakovsky-Laurens ve July/Fransa, 21279/02 ve 36448/02, 22.10.2007).
Pakdemirli/Türkiye davasında ise, milletvekili ve bir partinin genel başkan yardımcısı olan başvurucu, bir basın toplantısında, Cumhurbaşkanı’na yönelik olarak “yalancı”, “iftiracı”, “Çankaya’nın şişmanı”, “dar kafalı”, “lastikleri patlasın”, “öbür dünyaya gidince Allah affetmez” sözlerini kullanmıştır. AİHM, siyasetçilere yönelik eleştirilerin izin verilen sınırlarının toplumda yer alan diğer vatandaşlara göre daha geniş olduğunu, bir siyasetçinin özellikle de kendisi eleştiriye yol açabilecek halka açık konuşmalar yaptığı zaman daha fazla hoşgörü göstermesi gerektiğini, siyasetçilerin de -özel yaşam alanı dışında dahi- şeref ve itibarını koruma haklarının bulunduğunu; ancak, bu koruma ile siyasi sorunların özgürce tartışılmasının getirdiği yararlar arasında denge sağlanmasını gerektiğini vurgulamakla birlikte, başvurucunun sözlerini, siyasi bir eleştiri olmaktan çok bir hakaret ve beddua tufanı olarak kabul etmiş, polemik gibi görünen ve belli ölçüde asılsız bir kişisel saldırı içeren bu sözlerin, ilgili kişiler ve konuşmanın çerçevesi politik alanda yer alsa bile, siyasi bir tartışma içindeki bir görüş kapsamında değerlendirilmesinin güç olduğunu ifade etmiş, başvuranın tazminat ödemeye mahkum edilmesinin “kanunla öngörüldüğü” ve AİHS’nin 10/2. madde ve fıkrası uyarınca “meşru bir amaç” güttüğü kanaatine varmıştır. Bununla birlikte Cumhurbaşkanı’nın kişiliğine yönelik zarardan ziyade statüsünün aşırı ölçüde korunması yoluyla ve başvuranın düşüncelerini açıklayarak demokratik sürece katkıda bulunma iradesi üzerinde caydırıcı etki doğurabilecek şekilde çok yüksek miktarda tazminata hükmedilmesi ve tazminatın adeta cezaya dönüştürülmesi nedeniyle AİHS’nin 10. maddesinin ihlal edildiğine karar verilmiştir (Pakdemirli/Türkiye, 35839/97, 22.02.2005).
Bütün bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
İncelenen dosyada; sanık …’ın, 5187 sayılı Basın Kanunu’nun “Cezai sorumluluk” başlığını taşıyan 11. maddesinin 3. fıkrası uyarınca sorumlu müdürün bağlı olduğu yetkili konumunda olduğu ve kurucu genel yayın yönetmeni olarak görev yaptığı Yurt gazetesinin 10.01.2014 tarihli nüshasının 10 ve 11. sayfalarında, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın “SAĞLAM İRADE” yazısının yanında görüntülenmiş fotoğrafı ile birlikte ve aynı şekilde http://www.yurtgazetesi.com.tr isimli internet sitesinde, “SAĞLAM İRADE, MÜTHİŞ PİŞKİNLİK!” başlığı ve “UCU ERDOĞAN’A ULAŞINCA”; “1 Savcıları budadı Emniyet’i biçti”, “2 İkinci dalgayı ENGELLEDİ”, “3 Yönetmelik tasması geçirdi”, “4 Kendi HSYK’sı HEDEFİ OLDU”, “5 Artık guguk devletiyiz!” ara başlıkları ile yayımlanan, eser sahibi belli olmayan haber nedeniyle sanığın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olan …’a yönelik olarak zincirleme şekilde ve alenen hakaret suçunu işlediği iddia edilmiştir.
İddiaya konu haber yayımlanmadan önce, basın ve yayın organlarında “17-25 Aralık Operasyonu” olarak isimlendirilen ve ülke gündemini uzun süre meşgul eden bir dizi olay yaşanmıştır. 17.12.2013 ve 25.12.2013 tarihlerinde, İstanbul Cumhuriyet Savcılığının talimatıyla aralarında siyasiler ve iş adamları gibi tanınmış kişilerin de bulunduğu pek çok kişi gözaltına alınmıştır. Gözaltına alınan kişilere rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık gibi suçlamalar yöneltilmiştir. Ayrıca bu dönemde, aralarında Başbakan ve bazı bakanların olduğu birçok hükümet yetkilisine, bürokrata ve iş adamına ait olduğu iddia edilen ses kayıtları internet ortamında yayımlanmıştır. Hükümet ise yaşananları adli soruşturma kılıfına dayanılarak ve hukuk alet edilerek siyasal iktidarı düşürmeye yönelik bir operasyon olarak nitelendirmiş ve bu operasyonun devlet içinde örgütlenmiş, devletin olanaklarını kullanarak siyaseti dizayn etmeye çalışan Fetullah Gülen’in liderliğini yaptığı gizli bir yapılanma tarafından yürütüldüğünü ifade etmiştir. Hükümet tarafından devleti ele geçirmek isteyen bir paralel yapıya vurgu yapılmış, bu yapı ile bağlantılı olduğu değerlendirilen çok sayıda bürokrat görevden alınmış, bu yapıyla mücadele etmek için bazı düzenlemeler yürürlüğe konulmuştur. Bu tarihten sonra Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) olarak tanımlanan bu yapılanmaya karşı çok sayıda adli soruşturma başlatılmıştır.
İşte iddiaya konu haber, 17-25 Aralık soruşturmalarının ardından siyasal alanda sert tartışmaların başladığı ve ülkenin 30 Mart 2014 tarihinde yapılacak olan mahalli idareler genel seçimlerine odaklandığı bu süreç içerisinde yayımlanmıştır.
İddiaya konu habere ilişkin Yurt isimli günlük gazetenin kurucu genel yayın yönetmeni olarak görev yapan sanık, daha önce de benzer haberlerin yayımlandığını ve kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla hareket ettiklerini beyanla üzerine atılı suçu kabul etmemiş; sanık müdafii tarafından aynı konuların ele alındığı diğer basın ve yayın organlarında yayımlanan haberlerle iddialara ilişkin bazı belgeler örnek olarak dosyaya sunulmuştur.
Yapılan yargılama sonunda, yerel mahkemece; “…Sonuçta basının kamuoyu adına siyasi kişilikleri bu yönüyle eleştiri hakkı ve bunu gerektiğinde sert bir üslupla yerine getirme hakkı mevcut olmakla birlikte somut davada birden çok husus bir araya getirilerek müdahilin tüm siyasi kişiliğinin ve gücünün yolsuzluğun kendisine ucunun dokunması üzerine bu durumu bertaraf etmek için tüm demokratik sınırları aşarak tek başına düzenlemeler yapmaya çalışmakla itham edilmesi bu eleştiri sınırının aşıldığı yolundaki tespit haline gelmiş ve bu nedenle davadaki suçlamalarda hakaret suçunun unsurlarının oluştuğu değerlendirilmiştir…” biçimindeki gerekçelerle sanığın Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na yönelik olarak alenen ve kamu görevlisine karşı görevinden dolayı hakaret suçunu işlediği kabul edilmiştir.
Bu tespitlere göre, “Sağlam İrade, Müthiş Pişkinlik!” başlıklı haber incelendiğinde; iddiaya konu haberin yayımlandığı tarihte güncel olduğu, halkın halihazırda bildiği 17-25 Aralık 2013 tarihinde yapılan operasyonlarla bu operasyonların ardından yaşanan gelişmelere ilişkin haberin yeterli düzeyde olgusal temele dayandığı, haberin başlığı ve ara başlıkları ile haberde yer alan bazı ifadelerin rahatsız edici, kışkırtıcı ve hatta bir kısmının suçlayıcı olduğu değerlendirilebilir ise de, gazetecilerin, tamamen temelden yoksun olmamak koşuluyla; nezaket sınırlarını aşan, polemik yaratan, provokatif, saldırgan, sert ifadeleri, gazeteci tekniği gereği sansasyonel/çarpıcı başlıkları kullanma hakkına sahip oldukları gözetildiğinde, kendi bağlamı ve ifade ediliş şekilleri içerisinde de dikkate alındığında, haberdeki bu ifadelerin, Başbakan olan katılana yönelik gerçekliği kanıtlanabilir olgu isnadı, katılanın onur, şeref ve saygınlığını rencide etmeyi amaçlayan keyfi bir kişisel saldırı değil, yolsuzluk, rüşvet, yargıya müdahale iddiaları gibi kamu yararı bulunan ve toplumu yakından ilgilendiren konularla ilgili daha önce de bazı siyasetçiler, gazeteciler ve halkın bir kısmı tarafından dile getirilen görüş, yorum ve eleştiri niteliğindeki değer yargılarından ibaret olduğu, sanığın, söz konusu haberle okuyucuları aldatmak, özellikle de 30 Mart 2014 tarihinde yapılacak olan mahalli idareler genel seçimlerinden önce katılan hakkında karalama kampanyası başlatmak amacıyla kötüniyetle hareket ettiğine ve günlük gazetede yayımlanan bu haberin halen Cumhurbaşkanı olan katılanın siyasi kariyerine ya da özel hayatına olumsuz etkisi olduğuna dair dosya kapsamında hiçbir delil bulunmadığı da göz önüne alındığında, konumu ve görevi nedeniyle muhalif görüşlere, farklı bakış açılarına ve ağır eleştirilere daha geniş bir hoşgörü göstermek zorunda olan katılana karşı hakaret suçunun unsurlarının oluşmadığı, aksi düşüncenin, hakaret suçu ile korunmak istenen değeri ölçüsüz bir şekilde genişletmek ve ifade özgürlüğünü ön plana çıkaran evrensel hukuk düşüncesiyle bağdaşmayan bir yorum anlamına gelebileceği kabul edilmiştir.
Açıklanan gerekçelerle; haberdeki ifadelerin, kullanıldığı zaman ve ifade ediliş şekli göz önüne alındığında, açıkça katılanın onur, şeref ve saygınlığını rencide edici boyutta olmaması nedeniyle sanık hakkında beraat kararı verilmesi gerekirken, yasal ve yeterli olmayan gerekçelerle yazılı şekilde mahkumiyet hükmü kurulması,
2- Kabul ve uygulamaya göre de:
a) Kamu görevlisine karşı görevinden dolayı hakaret suçunda temel cezanın doğrudan TCK’nın 125/3-a madde, fıkra ve bendi gereğince tayin edilmesi gerektiği gözetilmeksizin, aynı Kanun’un 125/1-2. madde ve fıkraları uyarınca temel ceza belirlenip, daha sonra artırım yapılması,
b) Suç oluşturduğu kabul edilen haber hem gazetede hem de internet sitesinde ayrı ayrı yayımlanmış ve iddianamede talep edilmiş olmasına rağmen TCK’nın 43/1. madde ve fıkrasındaki zincirleme suç hükmünün tartışılmaması,
c) Sanık hakkında takdir edilen gün adli para cezasının miktarı belirlenirken, TCK’nın 52/2. madde ve fıkrası yerine, uygulama alanı bulunmayan aynı Kanun’un 50/1-a madde, fıkra ve bendinin yazılması suretiyle CMK’nın 232/6. maddesine aykırı hareket edilmesi,
d) Dosyada mevcut 11.07.2011 tarihli vekaletname içeriğine göre, davadan feragata yetkili olan katılan vekilinin, 03.08.2016 hakim havale tarihli dilekçesi ile katılan adına davadan feragat ettiklerini belirtmiş olması karşısında, CMK’nın 243. maddesi gereğince katılmanın hükümsüz kalması ve katılan lehine vekalet ücretine hükmedilmesi nedeniyle bu hususun yeniden değerlendirilmesi amacıyla hükmün bozulmasında zorunluluk bulunması,
Bozmayı gerektirmiş olup, sanık müdafiinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bu nedenlerle 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK’un 321. maddesi gereğince isteme uygun olarak BOZULMASINA, aynı Kanun’un 326/son maddesi uyarınca ceza miktarı yönünden sanığın kazanılmış hakkının saklı tutulmasına, 28.02.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Eşinin Maaşını Beğenmeyen Kadın Boşanmada Ağır Kusurlu Sayıldı

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi         2020/2911 E.  ,  2020/4577 K.

MAHKEMESİ : Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 28. Hukuk Dairesi
DAVA TÜRÜ :Karşılıklı Boşanma

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda bölge adliye mahkemesi hukuk dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davalı-davacı erkek tarafından kadının davasının kabulü, kusur belirlemesi, tazminat taleplerinin reddi ile kadın lehine hükmedilen nafakalar yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, erkeğin aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.
2-İlk derece mahkemesince taraflarca karşılıklı olarak açılan evlilik birliğinin sarsılması hukuki sebebine dayalı boşanma davasında boşanmaya sebep olan olaylarda davacı kadının tam kusurlu olduğu gerekçesiyle kadının davasının reddine, erkeğin davasının kabulüne ve tarafların boşanmalarına karar verilmiş, taraflarca istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine bölge adliye mahkemesince dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına neden olan olaylarda kadının güven sarsıcı davranışlarda bulunduğu, erkeğe sen yeterli para kazanamıyorsun diyerek erkeği aşağıladığı, hor gördüğü, erkeğin de kadına fiziksel şiddet uyguladığı ve kadını kapıcılık yapmaya zorladığı, bu nedenle tarafların eşit kusurlu oldukları kabul edilmiş ise de; yapılan yargılama ve toplanan delillerden, erkeğe kusur olarak yüklenen fiziksel şiddet vakıasından sonra tarafların barıştıkları ve evlilik birliğinin devam ettiği anlaşılmakta olup bu vakıanın erkeğe kusur olarak yüklenemeyeceği, bununla birlikte davacı-davalı kadının birden fazla erkekle güven sarsıcı davranışlarda bulunduğu, yeterli para kazanamadığını söyleyerek erkeği aşağıladığı, hor gördüğü, davalı-davacı erkeğin ise kadını kapıcılık yapmaya zorladığı anlaşılmaktadır. Tarafların kusurlu davranışları dikkate alındığında, evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına sebep olan olaylarda kadının erkeğe göre daha ağır kusurlu olduğunun kabulü gerekir. Bölge Adliye Mahkemesince yanılgılı değerlendirme sonucu tarafların eşit kusurlu kabulü doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.
3-Yukarıda (2.) bentte açıklandığı üzere boşanmaya sebebiyet veren vakıalarda davacı-davalı kadın ağır kusurludur. Ağır kusurlu eş yararına yoksulluk nafakası (TMK m. 175) hükmedilemez. O halde kadının yoksulluk nafakası talebinin reddine karar vermek gerekirken, yazılı şekilde kabulüne karar verilmesi doğru olmamış ve bozmayı gerektirmiştir.
4- Yukarıda 2. bentte açıklandığı üzere boşanmaya sebebiyet veren vakıalarda kadın daha ağır kusurludur. Gerçekleşen kusurlu davranışlar aynı zamanda erkeğin kişilik haklarına saldırı teşkil eder niteliktedir. Davalı-davacı erkek yararına TMK m. 174/1-2 koşulları oluşmuştur. O halde davalı-davacı erkek lehine tarafların sosyal ve ekonomik durumları, kusurun ağırlığı ve hakkaniyet ilkesi (TMK m. 4, TBK m. 50 ve 51) dikkate alınarak uygun miktarda maddi ve manevi tazminat takdir edilmesi gerekirken yanılgılı kusur belirlemesine bağlı olarak erkeğin maddi ve manevi tazminat isteklerinin reddi doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda 2., 3. ve 4. bentlerde gösterilen sebeplerle BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan temyize konu diğer bölümlerin yukarıda l. bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, dosyanın ilgili bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine gönderilmesine oybirliğiyle karar verildi. 12.10.2020 (Pzt.)

“Avukatlık Sanatı” Programı Başladı

2019 yılı verilerine göre Türkiye’deki avukat sayısı 145.000’i, hukuk okuyan öğrenci sayısı ise 80.000’i geçmiş durumda. Sadece İstanbul Barosuna 2019 yılında kayıt olan avukat sayısı 5.000’e yakın. 2024 yılında beklenen avukat nüfusu 220.000 olarak belirlendi.

Bu açıdan bakıldığında, 10-15 yıl öncesinde stajyerler ile yeni mesleğe başlayan meslektaşlar, usta-çırak ilişkisi çerçevesinde mesleki tecrübe kazanacakları avukatların yanında çalışıp, avukatlık mesleğini öğrenebiliyorken, artan sayı karşısında şimdiki genç meslektaşlar ve adaylar ne çalışacak bir yer bulabiliyorlar, ne de staj yapacak bir büro, hatta kağıt üzerinde dahi stajını onaylatacak büro bulmakta zorlanıyorlar.

Bu nedenle 2019 yılında haftanın bir günü ofisimde, bir günü ise adliyede olmak üzere alternatif bir staj eğitim programı başlatmıştım. Bu programda genç meslektaş adaylarına Avukatlık Mesleğinin nasıl yapılması gerektiğini, etik kuralları, müvekkil ilişkilerini, ikna psikolojisini, ofis düzeni ve büro yönetimini, ücret politikasını, ne zaman ve nasıl büro açılması gerektiğini, bağlı çalışma-serbest çalışma avantaj ve dezavantajlarını anlatıp elimden geldiğince yol gösterici olmaya çalışmıştım.

Pandemi nedeniyle ara vermek zorunda kaldığım programı, Avukat Hakları Grubu‘nun desteğiyle ve yayın ortağım Av. Halime Albayrak Akdevici’nin de katkısı ile online platforma taşıma kararı aldık. Youtube, Twitter, Facebook, İnstagram vb platformalardan canlı yayınlanan programımızda; her hafta “Usta – Öğretici Avukat” olarak bildiğimiz meslek büyüklerimizi davet ederek gençlere bir yol gösterici ile meslek hayatında nasıl yol alabileceklerini öğretmeye, göstermeye çalışıyoruz.

İlk programımızı benim mesleğe başlarken rol model olarak kabul ettiğim, gençlere bilgilerini paylaşma konusunda çok cömert olan Av. Mehmet Gün ile yaptık. Çok verimli ve güzel geçen programın izlenme sayısı da bizi çok mutlu etti. Gençlerin bu konudaki talebini çok iyi fark ettik ve bundan sonra her hafta bir “Usta – Öğretici Avukat” eşliğinde gençlere ışık olmaya ve yol göstermeye devam edeceğiz.

Programı beğenir ve devamının gelmesini isterseniz bizlere yorum bırakarak hangi soruların sorulmasını istediğinizi, kimleri programda konuk olarak görmek istediğinizi iletebilirsiniz.

Sevgilerle,

Av. Akın CEYLAN

Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmesi- Ruhsata Aykırı Proje – Tapu İptal ve Tescil – Kaçak Yapılan Bağımsız Bölümü Satın Alanın Tescil Talebinin Reddi

Yargıtay 15. Hukuk Dairesi         2020/638 E.  ,  2020/2923 K.

Asıl dava, kat karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca arsa sahibine karşı; birleşen dava ise yükleniciye karşı açılan tapu iptal ve tescil talebi ile tescil talebinin mümkün olmaması halinde taşınmazın dava tarihi itibariyle tespit edilen değerinin faizi ile tahsili talebine ilişkindir. Mahkemece asıl ve birleşen davanın kabulü ile gayrimenkul hissesinin davacı adına tesciline dair verilen kararın davalı vekilince süresi içerisinde istinaf başvurusunda bulunulması üzerine … Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi’nce istinaf başvurusunun kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına ve davanın reddine dair verilen karar, davacı vekilince temyiz edilmiştir.
6100 sayılı HMK geçici 3/2 maddesinde, bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce verilen kararlar hakkında, kesinleşinceye kadar 1086 sayılı Kanun’un 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikten önceki 427 ila 454’üncü madde hükümlerinin uygulanmasına devam olunacağı, bu kararlara ilişkin dosyaların bölge adliye mahkemelerine gönderilmeyeceği düzenlenmiştir. Bu düzenleme nedeniyle bir dosyada 20.07.2016 tarihinden önce HUMK hükümlerine göre temyize tabi nihai bir karar verilmiş ve bu karar temyiz edilmeyerek kesinleşmiş ise bu karar temyiz edilmeyerek kesinleşmiş olsa bile o dosyada kesinleşinceye kadar verilecek tüm kararlar HMK hükümlerine göre istinafa tabi olmayıp doğrudan HUMK hükümlerine göre temyize tabidir. Bu nedenle daha önce HUMK hükümlerine göre temyize tabi olarak görevsizlik veya
yetkisizlik kararı verilmiş, ise bu karar temyiz edilmemiş olsa bile sonrasında dosyanın gönderildiği mahkemece verilen karar dahi HUMK hükümlerine göre temyize tabi olacaktır. HMK geçici 3/2 maddedeki ilk düzenlemede “aleyhine temyiz yoluna başvurulmuş olan” ibaresi değiştirilerek “kararlar” ibaresi getirildiğinden bu değişiklik açıkça bu sonucu gerektirmektedir.
Somut olayda, kanun yoluna başvurulan yerel mahkemenin davanın kabulüne dair verdiği karar 02.11.2017 tarihli olup kural olarak istinaf kanun yoluna tabi ise de, öncesinde … 6.Tüketici Mahkemesi’nin 2011/504 Esas, 2013/1385 Karar sayılı ilamı ile mahkemenin yetkisizliğine, dosyanın yetkili … Tüketici Mahkemesi’ne gönderilmesine dair verilen 04.10.2013 tarihli karar tarafların temyiz etmemesi üzerine 10.03.2014 tarihinde kesinleşip süresinde yetkili mahkemeye başvurulması üzerine yargılamaya devam olunduğu anlaşılmaktadır. O halde Bölge Adliye Mahkemelerinin göreve başlama tarihlerinden önce ilk derece mahkemesince niteliği ne olursa olsun nihai karar verilmiş olduğundan ve verilen yetkisizlik kararı temyiz edilmeyerek kesinleşmiş olsa bile o dosyada kesinleşinceye kadar verilecek tüm kararlar doğrudan HUMK hükümlerine göre temyize tabi olduğundan, ilk derece mahkemesince davanın kabulüne dair verilen kararın incelenmesinin Yargıtay’da ve 6100 sayılı HMK geçici 3/2. maddesine göre 1086 sayılı HUMK’nın 26.09.2004 tarih ve 5236 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikten önceki 427 ve devamı maddeleri uyarınca yapılması gerektiğinden; Dairemizin temyiz incelemesi yapmakla görevli ve yetkili olduğu kabul edilmiş, mahkemenin kararına karşı istinaf başvurusu üzerine Bölge Adliye Mahkemesi’nin vermiş olduğu istinaf başvurusunun kabulüne ilişkin kararı yok hükmünde olup, sonuç doğurmayacağından Bölge Adliye Mahkemesi’nin 29.11.2018 gün 2018/1084 Esas ve 2018/1923 Karar sayılı kararının kaldırılarak; ilk derece mahkemesinin kararına karşı davalı …’nin verdiği istinaf dilekçesinin temyiz dilekçesi hükmünde olduğu kabul edilerek yapılan temyiz incelemesinde;
Davacı asıl davada; davalı-arsa sahibi … ile birleşen dava davalı yüklenici … arasında düzenleme şeklinde satış vaadi ve kat karşılığı inşaat sözleşmesi yapıldığını, inşa edilecek olan binanın 3 ve 4 numaralı bağımsız bölümlerinin arsa sahibine, diğer bağımsız bölümlerinin ise yükleniciye ait olacağını, anılan sözleşme ile müteahhidin payına düşen zemin kattaki bağımsız bölümü müteahhit ile arasındaki … 18. Noterliği’nin 03/07/2001-22961 numaralı düzenleme şeklinde taşınmaz satış vaadi sözleşmesi ile satın aldığını, dairenin kaba inşaat halinde kendisine teslim edildiğini, daireyi harcama yaparak oturulabilir hale getirdiğini ve uzun süredir de konutta ikamet ettiğini, müteahhidin tüm edimlerini yerine getirmesine ve inşaatı tamamlayarak arsa sahibine teslim etmesine rağmen, davalı arsa sahibinin uhdesinde bulunan 2 daireye karşılık olan 78/312 paydan, satın aldığı daireye ait olan 39/312 arsa payının kendisine devrini yapmadığını, işbu 39/312 hissenin kendi adına tescili talep ve dava etmiştir.
Davalı arsa sahibi; satış vaadi sözleşmesinin tarafının yüklenici … olduğu, bu nedenle davanın husumet yönünden yanlış açıldığını, …’in binanın 2 katını kaçak ve iskan alınması mümkün olmayacak şekilde yasa dışı inşaat ettiğini, davanın husumet ve mahkemece resen dikkate alınacak başkaca nedenler yönünden reddini talep etmiştir.
Mahkemece; hakkaniyet gereğince davacının yıkım kararı olan binada diğer daire sahipleri gibi tapuda arsa payı sahibi olması gerektiği yönünde vicdani kanaat oluştuğundan bahisle dava konusu … sayılı parselde kayıtlı bulunan arsa vasıflı taşınmazda davalı … adına kayıtlı bulunan 39/312 payın tapusunun iptali ile davacı … adına tapuya kayıt ve tesciline, davacının tapu iptâl ve tescil talebi kabul edildiğinden, terditli talebi hususunda karar verilmesine yer olmadığına şeklinde hüküm kurulmuş olup verilen karar davalı arsa sahibi … vekilince temyiz edilmiştir.
Dairemiz ve Yargıtay Yüksek 14. Hukuk Dairesi’nin yerleşik içtihat ve uygulamalarına göre 3194 sayılı kanunun 21., 26. ve 32. madde hükümleri gereğince ruhsat ve eki projelere aykırı olarak meydana getirilen yapı, uygulamadaki deyimiyle kaçak inşaat olup bu tür yapıların yıkımı ve ilgilileri hakkında aynı yasanın 42. maddesine göre cezai yaptırım uygulanması gerekmektedir. Bu tür yapıların ekonomik değerleri bulunmadığından kaçak yapılan bağımsız bölümü satın alanın tescil talebinin dinlenmesi mümkün değildir.
Bu durumda, mahkemece proje ve ruhsata aykırı ve kaçak olduğu belirtilen inşaattaki aykırılıkların proje tadilatı da yapmak suretiyle giderilip giderilmeyeceği ve ne şekilde giderileceği konusunda bilirkişi kurulundan ek rapor alınıp ilgili belediyeden de sorulduktan sonra yasal hale getirilmesi mümkün ise bu konuda davacıya yeterli süre ve yetki verilip yasal hale getirilmesi halinde tapu iptal ve tescile karar verilmesi ve bu halde davalı arsa sahibi davaya karşı çıkmakta haklı olacağından harç, vekâlet ücreti, yargılama giderinden sorumlu tutulmaması, yasal hale getirilmesinin mümkün olmaması durumunda davacının tapu iptâl ve tescil talebinin reddi ile bedel konusundaki talebinin değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ve değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamış, bozulması uygun bulunmuştur.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle asıl dosya davalısı arsa sahibi …’nin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün yararına BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil edilmediğinden asıl dosya davalısı … yararına vekâlet ücreti takdirine yer olmadığına, ödenenden 5766 sayılı Kanun’un 11. maddesi ile yapılan değişiklik gereğince Harçlar Kanunu 42/2-d maddesi uyarınca alınması gereken 176,60 TL Yargıtay başvurma harcının mahsup edilerek, varsa fazla alınan temyiz harcının temyiz eden davalıya iadesine, karara karşı tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme isteminde bulunulabileceğine 09.11.2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Eşinin İsteğinin Aksine Sürekli Yağlı ve Baharatlı Yemek Yapmak Boşanma Sebebidir.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi         2015/12448 E.  ,  2016/2837 K.

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm, davacı-davalı erkek tarafından, kadının kabul edilen boşanma davası, kusur belirlemesi, tazminatlar ve nafakalar yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
1-Mahkemece; davacı-davalı erkek ağır kusurlu kabul edilmek suretiyle dava ve birleşen boşanma davalarının kabulüne karar verilmiştir. Toplanan delillerden; mahkemenin de belirlemiş olduğu kusurlara göre kadının kayınvalidesinin boyunun kısalığını kastederek alaycı ve gülerek konuşmalar yaptığı, eşinin isteğinin aksine yemekleri sürekli yağlı ve baharatlı yaptığı, erkeğin babasının eşine hakaret ettiği ve davacı-davalı erkeğin ailesinin yanına giden eşine “gel eşyalarını topla” diyerek mesaj attığı ve anahtarları istediği anlaşılmaktadır. Gerçekleşen bu durum karşısında boşanmaya sebep olan olaylarda tarafların eşit kusurlu olduğunun kabulü gerekir. Evlilik birliğinin devamında davalı-davacı kadın eş bakımından korunmaya değer bir yarar kalmadığı görülmekle, tarafların boşanmalarına karar verilmiş olması, bu sebeple sonucu itibarıyla doğru bulunduğundan, boşanma hükmünün kusura ilişkin gerekçesinin değiştirilmek suretiyle onanmasına (HUMK m. 438/Son) karar vermek gerekmiş aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazları da yerinde görülmemiştir.
2-Yukarıdaki bentte açıklanan sebeple boşanmada taraflar eşit kusurlu olduğuna göre davalı-davacı kadın lehine maddi (TMK m. 174/1) ve manevi (TMK m. 174/2) tazminat takdiri doğru olmayıp, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ:Temyiz edilen hükmün yukarıda 2. bentte gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma kapsamı dışında kalan temyize konu bölümlerinin ise yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple kadının davasının kabulüne ilişkin hükmün kusura ilişkin gerekçesi değiştirilmek suretiyle ONANMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 17.02.2016 (Çrş)

Market Çalışanı – Bölge Sorumlusu – Satış Temsilcisi – Fazla Mesai – Mağaza Müdürü Hakkında Emsal Karar

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi         2017/16312 E.  ,  2020/5609 K.

Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

YARGITAY KARARI
A) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili, davacının davalı şirketlerin bir çok mağazasında market elemanı olarak işe başladığını, 01/10/2005 tarihinde … Ticaret A.Ş. Tarafından …’de işletilen marketlere, mağaza sorumlusu sıfatıyla atandığını, bu sıfatla da 01/10/2009 tarihine kadar çalıştığını, mağaza sorumlusu olarak çalıştığı bu süre içerisinde, 08:00 – 21:00 saatler arasında çalıştığını, 01/10/2009 tarihinde bölge sorumlusu olarak atandığını, envanter sayımlarına katıldığını, 08:00 – 03:00 saatleri arasında çalıştığını, senede en az 2 defa böyle çalıştığını, bölge sorumlusu olarak çalıştığı süre içerisinde en az 13 adet yeni mazağa açılışlarında bu şekilde çalıştığını, şirketin 2013 yılı Ağustos ayı içerisinde ” … mağazasının giriş katı camının kırılması üzerine; şirketin prosedür ve talimatları ve görevi gereği şirketin anlaşmalı teknik servisine yaptırıldığını, bunun adana şube müdürüne bildirildiğini, bölge müdürü tarafından yukarıdan savunma alınması talimatı verildiğini, bu işlemin yazılı savunma vermediğini, ayrımcılık yapıldığını, fazla çalışmalarının ödenmediğini iddia ederek 500,00 TL eşit işlem borcuna aykırılık ve 1,000 TL fazla çalışma ücretinin davalıdan tahsilini talep etmiştir.
B) Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili, davacının satış bölümünde bölge sorumlusu sıfatıyla görev yapmakta iken çalışma şartlarında yapılan değişikliği kabul etmeyerek, 08/04/204 tarihinde istifasını sunduğunu, ekibini idarede zafiyet göstermesi ve standardın altında verimi sebebiyle istifasının şirket tarafından kabul edildiğini, kıdem ve ihbar tazminatı, yıllık ücretli izin alacağı, bayram günleri çalışma ücreti olarak 75,429,29 TL tediye verildiğini, bu baskılara dayanamayarak istifa etmek zorunda kaldığını, kendisine matbu ve önceden hazırlanmış fesih yazısı imzalatıldığının gerçek dışı olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti ve Yargılama Süreci:
Mahkemece, davacının, 14/06/1999 – 31/03/2003 döneminde … Türk A.Ş. 01/04/2003 – 31/07/2006 … Türk A.Ş.’nin başka bir işveren siciliyle, 01/08/2006 – 28/02/2010 döneminde … Market A.Ş.’de, 01/03/2010 – 30/04/2011, 01/05/2011 – 31/07/2011, 01/08/2011 – 31/08/2012, 01/09/2012 ve 08/04/2012 döneminde de yine … Market A.Ş.’de aralarında organik ilişki bulunan işverenlerin çisi olarak çalıştığı, davacıya ayrımcılık yapıldığına ilişkin dava açılmışsa da işverenin hakkın kötüye kullandığını gösterecek şekilde davacıya ayrımcılık yapıldığının belirlenemediği, bu konudaki davanın ispatlanamadığı ancak davacının fazla mesai yaptığı anlaşıldığından davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
D) Temyiz:
Kararı davalı vekili temyiz etmiştir.
E) Gerekçe:
1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.
2-Fazla çalışma yaptığını iddia eden çi bu iddiasını ispatla yükümlüdür. Ücret bordrolarına ilişkin kurallar burada da geçerlidir. İşçinin imzasını taşıyan bordro sahteliği ispat edilinceye kadar kesin delil niteliğindedir. Bir başka anlatımla bordronun sahteliği ileri sürülüp kanıtlanmadıkça, imzalı bordroda görünen fazla çalışma alacağının ödendiği varsayılır.
Fazla çalışmanın ispatı konusunda işyeri kayıtları, özellikle işyerine giriş çıkışı gösteren belgeler, işyeri iç yazışmaları delil niteliğindedir. Ancak, fazla çalışmanın yazılı belgelerle kanıtlanamaması durumunda tarafların, tanık beyanları ile sonuca gidilmesi gerekir. Bunun dışında herkesçe bilinen genel bazı vakıalar da bu noktada göz önüne alınabilir. İşçinin fiilen yaptığı işin niteliği ve yoğunluğuna göre de fazla çalışma olup olmadığı araştırılmalıdır.
İmzalı ücret bordrolarında fazla çalışma ücreti ödendiği anlaşılıyorsa, çi tarafından gerçekte daha fazla çalışma yaptığının ileri sürülmesi mümkün değildir. Ancak, çinin fazla çalışma alacağının daha fazla olduğu yönündeki ihtirazi kaydının bulunması halinde, bordroda görünenden daha fazla çalışmanın ispatı her türlü delille yapılabilir. Bordroların imzalı ve ihtirazi kayıtsız olması durumunda, çinin bordroda belirtilenden daha fazla çalışmayı yazılı belge ile kanıtlaması gerekir.
İşçinin imzasını içermeyen bordrolarda fazla çalışma tahakkuku yer aldığında ve tahakkukta yer alan miktarların karşılığı banka hesabına ödendiğinde, tahakkuku aşan fazla çalışmalar her türlü delille ispatlanabilir. Tahakkuku aşan fazla çalışma hesaplandığında, bordrolarda yer alan fazla çalışma ödeme tutarları mahsup edilmelidir.
İşyerinde üst düzey yönetici konumda çalışan çi, görev ve sorumluluklarının gerektirdiği ücretinin ödenmesi durumunda, ayrıca fazla çalışma ücretine hak kazanamaz. Bununla birlikte üst düzey yönetici konumunda olan çiye aynı yerde görev ve talimat veren bir başka yönetici ya da şirket ortağı bulunması halinde, çinin çalışma gün ve saatlerini kendisinin belirlediğinden söz edilemeyeceğinden, yasal sınırlamaları aşan çalışmalar için fazla çalışma ücreti talep hakkı doğar. O halde üst düzey yönetici bakımından şirketin yöneticisi veya yönetim kurulu üyesi tarafından fazla çalışma yapması yönünde bir talimatın verilip verilmediğinin de araştırılması gerekir. İşyerinde yüksek ücret alarak görev yapan üst düzey yöneticiye işveren tarafından fazla çalışma yapması yönünde açık bir talimat verilmemişse, görevinin gereği gibi yerine getirilmesi noktasında kendisinin belirlediği çalışma saatleri sebebiyle fazla çalışma ücreti talep edemeyeceği kabul edilmelidir.
Satış temsilcilerinin fazla çalışma yapıp yapmadıkları hususu, günlük faaliyet planları ile  çizelgeleri de dikkate alınarak belirlenmelidir. Satış temsilcileri genelde belli hedeflerin gerçekleşmesine bağlı olarak prim karşılığı çalışmaktadırlar. Prim, çalışanı özendirici ve ödüllendirici bir ücret ödemesi olup işverence çiye garanti edilmiş bir temel ücretin üzerine belirli bir usule bağlı olarak ödenen ek bir ücrettir. İşverenin istek ve değerlendirmesine bağlı olabileceği gibi, sözleşme gereği olarak da verilebilir. Fazla mesai ise kural olarak 4857 sayılı İş Kanunu’na göre, kanunda yazılı şartlar çerçevesinde, haftalık 45 saati aşan çalışmalardır. İşçi fazla mesai yapsın yapmasın prim ödemesi var ise bu ek ücrete hak kazanır. Ancak ister gezerek, isterse işyerinde çalışsın satış temsilcisi mesaisi artıkça prim alacağı artacağından, bir anlamda yüzde usulü ile çalışması söz konusu olduğundan fazla çalışma ücretinin yüzde usulünde olduğu gibi sadece zamlı kısmının (% 50) hesaplanması gerekir.
İş sözleşmelerinde fazla çalışma ücretinin aylık ücrete dahil olduğu yönünde kurallara sınırlı olarak değer verilmelidir. Dairemiz, 270 saatle sınırlı olarak söz konusu hükümlerin geçerli olduğunu kabul etmektedir. Buna göre aylık 22,5 saat haftalık 5,2 saat fazla çalışma ücretinin temel ücret içinde ödendiği sonucuna varılmaktadır. Sözleşmedeki kuralın geçerli olabilmesi için kararlaştırılan ücretin, asgari ücrete ilave olarak aylık 22,5 saat fazla çalışmanın zamlı kısmını aşacak şekilde belirlenmesi gerekir.
Günlük çalışma süresinin onbir saati aşamayacağı Kanunda emredici şekilde düzenlendiğine göre, bu süreyi aşan çalışmaların denkleştirmeye tabi tutulamayacağı, zamlı ücret ödemesi veya serbest zaman kullanımının söz konusu olacağı kabul edilmelidir.
Yine çilerin gece çalışmaları günde yedi buçuk saati geçemez (İş Kanunu, Md. 69/3). Bu durum günlük çalışmanın, dolayısıyla fazla çalışmanın sınırını oluşturur. Gece çalışmaları yönünden, haftalık kırkbeş saat olan yasal çalışma sınırı aşılmamış olsa da günde yedibuçuk saati aşan çalışmalar için fazla çalışma ücreti ödenmelidir. Dairemizin kararları da bu yöndedir (Yargıtay 9.HD. 23.06.2009 gün 2007/40862 E, 2009/17766 K).
Sağlık Kuralları Bakımından Günde Ancak Yedibuçuk Saat veya Daha Az Çalışılması Gereken İşler Hakkında Yönetmeliğin 4 üncü maddesine göre, günde yedibuçuk saat çalışılması gereken işlerde çalışan çinin, yedibuçuk saati aşan çalışma süreleri ile yedibuçuk saatten az çalışılması gereken işler bakımından Yönetmeliğin 5 inci maddesinde sözü edilen günlük çalışma sürelerini aşan çalışmalar, doğrudan fazla çalışma niteliğindedir. Sözü edilen çalışmalarda haftalık kırkbeş saat olan yasal sürenin aşılmamış olmasının önemi yoktur.
Fazla çalışma yönünden diğer bir yasal sınırlama da, İş Kanununun 41 inci maddesindeki, fazla çalışma süresinin toplamının bir yılda ikiyüzyetmiş saatten fazla olamayacağı şeklindeki hükümdür. Ancak bu sınırlamaya rağmen çinin daha fazla çalıştırılması halinde, bu çalışmalarının karşılığı olan fazla mesai ücretinin de ödenmesi gerektiği açıktır. Yasadaki sınırlama esasen çiyi korumaya yöneliktir (Yargıtay 9.HD. 18.11.2008 gün 2007/32717 E, 2008/31210 K.).
Fazla çalışmanın belirlenmesinde, 4857 sayılı Yasanın 68 inci maddesi uyarınca ara dinlenme sürelerinin de dikkate alınması gerekir.
Fazla çalışmaların uzun bir süre için hesaplanması ve miktarın yüksek çıkması halinde Yargıtay’ca son yıllarda taktiri indirim yapılması gerektiği istikrarlı uygulama halini almıştır (Yargıtay 9.HD. 11.02.2010 gün 2008/17722 E, 2010/3192 K; Yargıtay, 9.HD. 18.07.2008 gün 2007/25857 E, 2008/20636 K.). Ancak fazla çalışmanın tanık anlatımları yerine yazılı belgelere ve işveren kayıtlarına dayanması durumunda böyle bir indirime gidilmemektedir. Yapılacak indirim, çinin çalışma şekline ve işin düzenlenmesine ve hesaplanan fazla çalışma miktarına göre taktir edilmelidir. Hakkın özünü ortadan kaldıracak oranda bir indirime gidilmemelidir(Yargıtay 9.HD. 21.03.2012 gün, 2009/48913 E, 2012/9400 K .).

Fazla çalışmaların yazılı delil yerine tanık beyanlarına dayalı olarak hesaplanması halinde, çinin normal mesaisinin üzerine sürekli olarak aynı şekilde fazla çalışması mümkün olmadığından, hastalık mazeret izin gibi nedenlerle belirtildiği şekilde çalışamadığı günlerin olması kaçınılmaz olup, bu durumda karineye dayalı makul indirim yapılmalıdır(Yargıtay HGK, 06.12.2017 tarih 2015/9-2698 E.-2017/1557 K.).


Fazla çalışmanın tanık anlatımları yerine doğrudan yazılı belgelere ve işveren kayıtlarına dayanması durumunda böyle bir indirime gidilmemektedir.

Fazla çalışma ücretinden karineye dayalı makul indirime gidilmesi sebebiyle reddine karar verilen miktar bakımından, kendisini vekille temsil ettiren davalı yararına avukatlık ücretine hükmedilemez.
Somut uyuşmazlıkta; davacı 01/10/2005 tarihinde … Ticaret A.Ş. tarafından …’de işletilen marketlere mağaza sorumlusu sıfatıyla atandığını, bu sıfatla da 01/10/2009 tarihine kadar çalıştığını, mağaza sorumlusu olarak çalıştığı bu süre içerisinde 08:00 – 21:00 saatler arasında çalıştığını, 01/10/2009 tarihinde bölge sorumlusu olarak atandığını, bu dönemde 08.00-19.00 arasında çalıştığını, envanter sayımlarına katıldığını, sayımlarda 08:00 – 03:00 saatleri arasında çalıştığını, senede en az 2 defa böyle çalıştığını, envanter sayımının ertesi günü ise 12.00-19.00 saatleri arası çalıştığını, bölge sorumlusu olarak çalıştığı süre içerisinde en az 13 adet yeni mazağa açılışında bu şekilde çalıştığını, 01.08.2011 18-2.2013 arasında ise 08.00-18.00 arasında çalıştığını, envanter sayımlarına katıldığını, sayımlarda 08:00 – 03:00 saatleri arasında çalıştığını, senede en az 2 defa böyle çalıştığını, envanter sayımının ertesi günü ise 12.00-19.00 saatleri arası çalıştığını iddia etmiş, davalı ise davacının üst düzey yönetici olduğundan fazla mesai talebinde bulunamayacağını savunmuştur.
Hükme esas alınan bilirkişi raporunda ise davacının 01.10.2009 tarihine kadar haftada 6 gün 08.00-21.00 saatleri arasında 13 saat çalışıp 2 saat ara dinlenmesiyle günde 11 saat çalışarak haftada 21 saat fazla mesai yaptığı, 01.10.2009-31.07.2011 tarihleri arasında ise haftada 6 gün 08.00-19.00 saatleri arasında 1 saat ara dinlenmesiyle günde 10 saat çalışarak haftada 15 saat fazla mesai yaptığı, envanter sayımında ayda ortalama 1 kez 08.00-03.00 saatleri arasında 19 saat çalıştığı 1 saat ara dinlenmesi ve günlük 11 saat çalışması düşüldüğünde 7 saat fazla mesai yaptığı, 7 saatlik fazla mesai ayın haftalarına yayıldığında ise haftada 1.75 saat olmak üzere toplam 16.75 saat fazla mesai yaptığı, 01.08.2011-08.04.2014 tarihleri arasında ise haftada 6 gün 08.00- 18.00 saatleri arasında 1 saat ara dinlenmesiyle günde 9 saat çalıştığı ve haftada 9 saat fazla mesai yaptığı, envanter sayımında ayda ortalama 1 kez 08.00-03.00 saatleri arasında 19 saat çalıştığı, 1 saat ara dinlenmesi ve günlük 10 saat çalışması düşüldüğünde 8 saat fazla mesai yaptığı, ayın haftalarına yayıldığında ise haftada 2 saat olmak üzere toplam 11 saat fazla mesai yaptığı kabul edilerek hesaplama yapılmıştır.
Davacı fazla mesai alacağı yönünden açıklama yaparken envanter sayımına katıldığı günün ertesi günü 08.00’da başlaması gereken mesaiye 12.00’da başladığını bildirdiğine göre envanter sayımının olduğu günün ertesi günkü mesaisi 4 saat eksiktir. Bilirkişi tarafından fazla mesai hesabı yapılırken bu husus gözden kaçırılmıştır. Bu da dikkate alındığında ayda bir yapıldığı anlaşılan envanter sayımı nedeniyle ilave fazla mesai 8 saat değil, 4 saat kabul edilmelidir. Buna göre davacının fazla mesaisi hesaplanırken 01.10.2009-31.07.2011 arası için haftada 16 saat, 01.08.2011-08.04.2014 arası için ise haftada 10 saat fazla mesai yaptığının kabulü gerekirken bilirkişi raporunda yazılı şekilde hatalı yapılan hesaplamaya itibarla karar verilmesi bozmayı gerektirmiştir.
F) Sonuç:
Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı nedenden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine,15.06.2020 gününde oybirliği ile karar verildi.

İşverenin işlemine uygun davranışlarda bulunduktan sonra İş Kanunu’nun 22. maddesinde öngörülen şekil eksikliğini ileri sürmesi, dürüstlük kuralına aykırıdır

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi         2016/31338 E.  ,  2020/15284 K.

MAHKEMESİ :İş Mahkemesi

Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, temyiz talebinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili dava dilekçesiyle özetle; davacı, tarafın davalı işverene ait işyerinde 14.09.2000-14.03.2015 tarihleri arasındaki dönemde çalıştığını, satış ve pazarlama bölümünde plasiyer olarak görev yaptığını, haklı neden olmadan işten çıkartıldığını iddia ederek kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, fazla çalışma ücreti, yıllık izin ücreti, asgari geçim indirimi ücreti, resmi tatil ve genel tatil günleri ücreti ve prim alacaklarının davalı işverenden tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili cevap dilekçesiyle özetle; davacı işçinin kıdem ve ihbar tazminatı dışındaki taleplerinin reddedilmesi gerektiğini, davacı işçinin net kıdem tazminatının 25.091,90 TL, ihbar tazminatının ise net 2.830,50 TL olarak hesaplandığını, işyerinde bayram tatillerinde çalışılmadığını, kıdem ve ihbar tazminatı dışındaki alacak talepleri yönünden zamanaşımı def’inde bulunduklarını, asgari geçim indirimi alacaklarının ödendiğini, yıllık ücretli izinlerinin kullandırıldığını, prim ödemelerinin önceki yıllarda dış sahada çalışan işçilere verildiğini, daha sonra bu ödemenin aylık ücretlere yansıtılarak tamamen ortadan kaldırıldığını savunarak kıdem ve ihbar tazminatı dışındaki talepler yönünden davanın reddini talep etmiştir.
Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece yapılan yargılama sonucunda davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Temyiz
Karar, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Gerekçe:
1) Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.
2) Tarafları arasında davacının prim alacağına hak kazanıp hazanmadığı ve tazminatlara esas ücretin hesabında prim miktarının göz önünde bulundurulup bulundurulamayacağı hususları ihtilaflıdır.
Dosya kapsamına göre, davacının sahada çalışan bir işçi iken, işveren tarafından sahadan merkeze çekildiği ve davacının fesihten önce yaklaşık 1,5 yıl kadar merkezde çalıştığı anlaşılmaktadır. Tanık beyanlarına ve dosya içeriğine göre işveren tarafından sahada çalışan işçilere prim ödendiği anlaşılmakla, davacı da sahada çalıştığında prim aldığını, merkeze çekildiğinde ise prim alacaklarının ödenmediğini ileri sürmüştür.
Davacının sahada çalışmadan, merkezde çalışmaya alınması, çalışma koşullarında esaslı değişiklik mahiyetinde ise de davacının ihtirazi kayıtsız, merkezde yaklaşık 1,5 sene çalışması, işverenin işlemine uygun davranışlarda bulunduktan sonra İş Kanunu’nun 22. maddesinde öngörülen şekil eksikliğini ileri sürmesi, dürüstlük kuralına uygun düşmemektedir. Diğer yandan İş Kanunu’nun 32. maddesine göre ücret çalışma karşılığı olup, davacı yapmadığı işin karşılığına hak kazanamaz. Hal böyle olunca davacının prim alacağı talebinin reddi gerekir.
Aynı gerekçe ile ihbar ve kıdem tazminatlarının hesabına esas ücretin belirlenmesinde prim miktarı, göz önünde bulundurulmamalıdır.
Mahkemece yukarıda açıklanan maddi ve hukuki olgular göz önünde bulundurulmadan karar verilmesi hatalı olup bozmay gerektirmiştir.
SONUÇ:
Temyiz olunan hükmün yukarıda açıklanan sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 09.11.2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Belirsiz Alacak Davası – İçtihat Değişikliğinin Sürpriz Karar Yasağı Çerçevesinde Değerlendirilmesi

Yargıtay 9. Hukuk Dairesi         2017/18758 E.  ,  2020/15909 K.

Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davalılardan Toroslar Elektrik Dağıtım A.Ş. vekili tarafından istenilmekle, temyiz talebinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Y A R G I T A Y K A R A R I

01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Kanunu’nun 107. maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.

6100 sayılı Kanunun 107. maddesinin 1. fıkrasına göre, “Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir”.

6100 sayılı Kanunun 107. maddenin 2. fıkrasında, karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabileceği hüküm altına alınmış, madde gerekçesinde de “karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneğin bilirkişi ya da keşif incelemesi sonucu)” belirlenebilme hali açıklanmıştır.

Davanın belirsiz alacak davası şeklinde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hali, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkânsızlığa dayanmalıdır. Davacının alacağının miktar veya değerini belirleyebilmesi için elinde bulunması gerekli bilgi ve belgelere sahip olmaması ve bu belgelere dava açma hazırlığı döneminde ulaşmasının da (gerçekten) mümkün olmaması ve dolayısıyla alacağın miktarının belirlenmesinin karşı tarafın elinde bulunan bilgi ve belgelerin sunulmasıyla mümkün hale geleceği durumlarda alacak belirsiz kabul edilmelidir. Alacağın miktarının belirlenebilmesinin hâkimin takdirine bağlı olduğu durumlarda hukuki imkânsızlık söz konusu olur. Bu durumda davacı alacaklı, hâkimin takdir yetkisini nasıl kullanacağını bilemeyeceği için davanın açıldığı tarihte alacağının miktarını belirleyebilecek durumda değildir.

Sırf taraflar arasında alacak miktarı bakımından uyuşmazlık bulunması, talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olması anlamına gelmez. Önemli olan objektif olarak talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olmasıdır.

Alacağın hangi hallerde belirsiz, hangi hallerde belirli veya belirlenebilir olduğu hususunda kesin bir sınıflandırma yapılması mümkün olmayıp, her bir davaya konu alacak bakımından somut olayın özelliklerinin nazara alınarak sonuca gidilmesi gereklidir. İş yargılamasında sıklıkla davaların yığılması söz konusu olmakla alacağın belirsiz olma kriterleri her bir talep için ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Diğer yandan, aynı dava dilekçesinde talep yığılması şeklinde bazı alacaklar için belirsiz alacak davası bazıları için kısmi dava açılmasına yasal bir engel bulunmamaktadır.

Kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, yıllık izin ücreti ve ücret alacakları işçi tarafından bilinmekle kural olarak belirsiz alacak davasına konu edilmez. Ancak hesabın unsurları olan sosyal hakların (ayni olarak sağlanan yemek yardımı gibi) miktarının belirlenmesi işveren tarafından sunulacak belgelere göre belirlenecek ise, kıdem ve ihbar tazminatı belirsiz alacak davasına konu edilebilir.

Madde gerekçesinde “Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Açılacak davanın miktarı biliniyor yahut tespit edilebiliyorsa, böyle bir dava açılamaz. Çünkü, her davada arandığı gibi, burada da hukukî yarar aranacaktır, böyle bir durumda hukukî yararın bulunduğundan söz edilemez. Özellikle, kısmî davaya ilişkin yeni hükümler de dikkate alınıp birlikte değerlendirildiğinde, baştan tespiti mümkün olan hâllerde bu yola başvurulması kabul edilemez.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirli veya belirlenebilir nitelikte olması durumunda, belirsiz alacak davası açılarak bu davanın sağladığı imkânlardan yararlanmanın mümkün olmadığına işaret edilmiştir. Şu halde davanın açıldığı tarihte alacağın miktarı yahut değeri belirlenebilir durumda ise, dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine karar verilmelidir. Burada hukuki yarar eksikliğinin tamamlanabilir dava şartı olmadığı sonucuna varılmıştır. 7251 sayılı Kanun ile 107. maddede yapılan değişiklikler şartları olmadığı halde açılan belirsiz alacak davasında davacıya süre verilerek hukuki yarar eksikliğini tamamlama imkânı tanımamaktadır. Dairemizce sözü edilen düzenleme, şartları mevcut olan belirsiz alacak davasında yapılan yargılama ile alacağın belirli hale gelmesi durumunda hâkimin geçici talep sonucunu kesin talep sonucuna dönüştürmesi için alacaklıya süre vermesi gerektiği yönünde değerlendirilmiştir.

Hukuk devletinin asli unsurları arasında yer alan hukuki belirlilik veya güvenlik ilkesi, hukuki durumlarda belirli bir istikrarı temin etmekte ve kamunun mahkemelere güvenine katkıda bulunmaktadır. Birbiriyle uyuşmayan mahkeme kararlarının sürüp gitmesi, yargı sistemine güveni azaltarak, yargısal bir belirsizliğe yol açabilir (AİHM, …ve …/Türkiye, B. No: 13279/05, 20.10.2011, § 57).

Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde Devlete güven duyabilmesini, Devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi ise, yalnızca yasal belirliliği değil, daha geniş anlamda hukuki belirliliği ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir gibi niteliksel gereklilikleri karşılaması koşuluyla, mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Hukuki belirlilik ilkesinde asıl olan, bir hukuk normunun uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçların o hukuk düzeninde öngörülebilir olmasıdır (AYM, 23.12.2015, 15-118).

Farklı kararların aynı mahkemeden çıkmış olması tek başına, adil yargılanma hakkının ihlali anlamına gelmez Değişik yönlerde kararlar verilmesi ihtimali, Yargıtay ve Danıştay gibi çeşitli yüksek mahkemelerden oluşan yargı sistemimizin kaçınılmaz bir özelliği olarak kabul edilmelidir. Diğer yandan, bireylerin makul güvenlerinin korunması ve hukuki güvenlik ilkesi, içtihadın değişmezliği şeklinde bir hak bahşetmez. Mahkeme içtihatlarındaki değişme yargı organlarının takdir yetkisi kapsamında kalmakta olup, böyle bir değişiklik özü itibarıyla, önceki çözümün tatminkâr bulunmaması anlamına gelir. Ancak, aynı hususta daha önce çıkan kararlardan farklı bir hüküm kurulması halinde, mahkemelerce, bu farklılaşmaya ilişkin makul bir açıklama getirilmesi gerekmektedir. Yüksek mahkemelerin oynaması gereken rol tam da yargı kararlarında doğabilecek içtihat farklılıklarına bir çözüm getirmektir. Bununla birlikte, yeni kabul edilmiş bir yasanın yorumlanmasında olduğu gibi, bazı hallerde içtihadın müstakar hale gelmesinin belirli bir zamana ihtiyaç duyacağı açıktır (AYM, 06.01.2015, B.No: 2013/6932).

İçtihat değişikliğinin sürpriz karar yasağı çerçevesinde de değerlendirilmesi gerekir. Sürpriz karar, ilgilinin yargılamanın o ana kadarki seyrine göre, haklı olarak beklemediği, umulmadık bir kararla karşılaşmasıdır. Sürpriz karar yasağı ise, yargılamanın adil ve hakkaniyete uygun şekilde yürütülmesi durumunda tarafların öngöremedikleri bir kararla karşılaşmamalarını ifade eder. Sürpriz karar yasağı, hukukun gelişimine ve yeni şartlara uyarlanmasına engel olacak mutlak bir yasak olarak anlaşılmamalıdır. Şüphesiz mahkemeler yeni içtihatlar geliştirebilirler, önceki içtihatlardan farklı bir karar verilebilir, hatta yeni ve özelikle somut olayda ortaya çıkan hukuki durum bunu gerekli kılabilir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 33. maddesi gereğince hâkimin hukuku kendiliğinden uygulaması söz konusu olduğunda sürpriz karar yasağının ihlalinden söz edilemez. Bununla birlikte mevcut içtihatlar dışında yeni bir görüş benimsenecekse, öncelikle tarafların bu konuda bilgilendirmesi gerekir (…, …, Medeni Usul Hukukunda Hukuki Dinlenilme Hakkı, Ankara 2003, s. 185 vd.).

Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu’nun 07.07.2020 tarih ve 173 sayılı kararı ile aynı uyuşmazlıkların temyiz incelemesini yapmakla görevli 22.Hukuk Dairesinin kapatılması ve tüm işlerinin dairemize devredilmesi üzerine, belirsiz alacak davası ile ilgili yeniden yapılan değerlendirmeler sonucunda yukarıda belirtilen ilkeler kabul edilmiştir. Dairemizin daha önce belirsiz alacak davasına ilişkin uygulaması benimsenen yeni ilkelerden farklılık arz etmekteydi. Örneğin, hukuki yararın tamamlanabilir dava şartı olduğu; hukuki yarara ilişkin dava şartının eksik olması halinde davanın hemen reddedilmemesi; davacıya süre verilerek dava şartının tamamlattırılması gerektiği yönünde uygulama yapılmaktaydı. Dairemizin belirsiz alacak davası ile ilgili yukarıda belirtilen yeni ilkelerinin hemen uygulamaya konulması, dairenin önceki görüşüne güvenerek dava açanlar yönünden hukuki güvenlik, hukuki belirlilik, hukuki öngörülebilirlik ve sürpriz karar yasağı ilkelerinin ihlaline yol açacaktır. Bu sebeple, benimsenen yeni görüşün Yargıtay Kararları Dergisi ya da başkaca yollarla duyurulmasından itibaren makul bir süre sonra uygulamaya konulması, dairenin görüşüne güvenilerek açılan davalarda ise, önceki uygulamaya devam edilmesi uygun görülmüştür.

Somut uyuşmazlıkta, davacı tarafça belirsiz alacak davası açılmıştır. Ancak yukarıda açıklandığı üzere Dairemiz tarafından daha önce verilen kararlarda hukuki yarar yokluğu sebebiyle dava şartı yokluğuna bağlı davanın reddi kararları verilmediğinden dairenin önceki görüşüne güvenilerek belirsiz alacak davası şeklinde açılan bu davada belirtilen husus bozma nedeni yapılmamıştır.

Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, yerinde bulunmayan bütün temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, 12/11/2020 gününde oybirliği ile karar verildi.

“Senin Allah belanı versin.” diyerek beddua eden kadın, eşine fiziksel şiddet uygulayan ve küfür eden erkeğe göre ağır kusurludur.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi         2019/5082 E.  ,  2019/12571 K.

Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda bölge adliye mahkemesi hukuk dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davalı-davacı erkek tarafından kadının kabul edilen davası, kusur belirlemesi, reddedilen iştirak nafakası, yoksulluk nafakası, reddedilen manevi tazminat talebi ve kendisi için nafakaya hükmedilmemesi yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
1- İlk derece mahkemesinin ilk verdiği hükme karşı, davalı-davacı erkek tarafından reddedilen manevi tazminat yönünden istinaf kanun yoluna başvurulmadığından, erkeğin reddedilen manevi tazminata yönelik temyiz dilekçesinin reddi gerekmiştir.
2-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre davalı-davacı erkeğin aşağıdaki bentlerin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yersizdir.
3- İlk derece mahkemesince, kadının boşanma davası ile erkeğin birleşen boşanma davasının kabulü ile karşılıklı tazminat taleplerinin reddine ve kadın yararına yoksulluk nafakasına hükmedilmiş; ortak çocukların velayetleri davalı-davacı erkeğe verilerek erkeğin iştirak nafakası talebi reddedilmiştir. Hükme karşı, erkek tarafından kadının kabul edilen davası, kusur belirlemesi, yoksulluk nafakası ve reddedilen iştirak nafakası yönünden istinaf kanun yoluna başvurulmuş ve bölge adliye mahkemesi başvurunun esastan reddine karar vermiştir.
Bölge adliye mahkemesi kararında eşine şiddet uygulayan, eşini ortak çocuğa dövdüren ve “Senin Allah’ını kitabını sinkaf ederim.” diyerek küfür eden erkek ile güven sarsıcı davranışları olan, erkek arkadaşı ortak haneye geldiğinde evden ayrılmayan ortak çocuklara şiddet uygulayan ve eşinin küfürüne karşılık “Senin Allah belanı versin.” diyen kadının eşit kusurlu olduklarına hükmedilmiştir. Davacı-davalı kadının dava dilekçesinde “Eşinin ortak çocuğa kendisini dövdürdüğü” vakıasına dayanılmamıştır; kaldı ki bu konudaki tanık ifadesi duyuma dayalıdır. Bölge adliye mahkemesi kararında kadının erkek arkadaşı olduğu, erkek arkadaşı ile şehirde yalnız dolaştığı ve yalnız olarak patates tarlasına gittiği ve bu suretle güven sarsıcı davranışlarının olduğu belirtilmişse de ortak çocuklar, mahkemedeki ve adli soruşturmadaki ifadelerinde kadının erkek arkadaşını, eşi olmadığı zamanlarda, ortak haneye aldığını, çocukları evden uzaklaştırmaya çalıştığını ve evden ayrılmak istemeyen çocuklara şiddet uyguladığını ifade etmişlerdir. Eşi evde olmadığı zamanlarda erkek arkadaşını ortak haneye alan ve bu suretle sadakatsiz davranan kadının kusurunun güven sarsıcı davranış olduğuna hükmedilmesi yerinde olmamıştır. Bu itibarla boşanmaya neden olan olaylarda erkek arkadaşını ortak konuta alarak sadakatsiz davranan, erkek arkadaşı eve geldiğinde evden ayrılmak istemeyen çocuklara şiddet uygulayan ve eşine “Senin Allah belanı versin.” diyerek beddua eden kadın, eşine 24/02/2017 tarihinde fiziksel şiddet uygulayan ve küfür eden erkeğe göre ağır kusurludur. Hal böyleyken tarafların eşit kusurlu kabul edilmesi yerinde görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.
4-Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek olan taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan mali gücü oranında süresiz nafaka isteyebilir (TMK m. 175/1). Davacı-davalı kadın boşanmaya sebebiyet veren olaylarda davalı-davacı erkeğe göre ağır kusurlu olup, kadın yararına yoksulluk nafakasının koşulları oluşmamıştır. Bu nedenle, kadının yoksulluk nafakası talebinin reddi gerekirken, yazılı şekilde kabulü doğru olmayıp bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1.) bentte gösterilen sebeplerle davalı-davacı erkeğin temyiz dilekçesinin REDDİNE; (2.) bentte gösterilen sebeplerle hükmün ONANMASINA; (3.) ve (4.) bentlerde gösterilen sebeple bölge adliye mahkemesi kararının KALDIRILMASINA, ilk derece mahkemesi kararının BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, dosyanın ilk derece mahkemesine, karardan bir örneğinin ilgili bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine gönderilmesine oybirliğiyle karar verildi. 19.12.2019

Alacağını alamayan işçi, istifa ederse tazminat alabilir

Maaş ve sair alacaklarının olduğunu öne süren işçi, istifa etti; ancak işverenden kıdem tazminatını alamadı. İşçi alacak davası açtı, davaya son noktayı koyan Yargıtay; işçinin maaş, prim, fazla mesai ücretinin ödenmemesi halinde haklı fesih yoluyla istifa edebileceğini ve kıdem tazminatı alabileceğine hükmetti.

Milyonlarca çalışanı ilgilendiren karar Yargıtay 22. Hukuk Dairesi’nden geldi.

Usta öğreticisi olarak çalışan işçi, ücret alacaklarının ödenmediği gerekçesiyle istifa etti.

İşverenden ücret alacaklarını, fazla mesai ve kıdem tazminatını talep eden işçi, hakkını alamayınca İş Mahkemesi’nin yolunu tuttu. İş sözleşmesini haklı olarak feshettiğini belirten işçi, kıdem tazminatı ile birlikte bir kısım işçilik alacaklarının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etti. Davalı işveren avukatı ise davacının çalışmasının istifa ile sona erdiğini öne sürdü. Mahkeme davanın kısmen kabulüne hükmetti. Kararı taraf avukatları temyiz etti.

İşçinin emeğinin karşılığı olan ücretin işçi için en önemli hak, işveren için de en temel borç olduğunun hatırlatıldığı Yargıtay kararında; 4857 sayılı İş Kanunu’nun 32/4. maddesinde ücretin en geç ayda bir ödeneceğinin hüküm altına alındığı vurgulandı.

Bu durumun aksi bireysel ya da toplu iş sözleşmesinde kararlaştırılmadığı sürece işçinin ücreti bir ay çalışıldıktan sonra ödenmesi gerektiği dile getirildi. Ücreti ödenmeyen işçinin bu ücretini işverenden dava ya da icra takibi gibi kanuni yollardan talep etmesinin mümkün olduğunun belirtildiği kararda şu ifadelere yer verildi:

“Ücreti ödenmeyen işçinin alacağı konusunda takibe geçmesi ya da ücreti ödeninceye kadar iş görme edimini yerine getirmekten kaçınması, iş ilişkisinin devamında bazı sorunlara yol açabilir. Bu bakımdan, işverenle bir çekişme içine girmek istemeyen işçinin, haklı sebebe dayanarak iş sözleşmesini feshetme hakkı da tanınmıştır.

İşçinin ücretinin kanun veya sözleşme hükümlerine göre ödenmemesi işçiye bu imkanı verir. Ücretin hiç ya da bir kısmının ödenmemiş olması bu konuda önemsizdir. İkramiye, primi, yakacak yardımı, giyecek yardımı, fazla mesai, hafta tatili, genel tatil gibi alacakların da ödenmemesi işçiye haklı fesih imkanı verir.”

Davacı işçinin geçirdiği trafik kazası sonrası aldığı rapor doğrultusunda işe gelmediğine dikkat çekilen kararda;

“Somut uyuşmazlıkta, ihtarname ile raporlu olarak işe gelmediğini, ücretlerinin ödeneceğinin belirtilmesine rağmen ödenmediğini beyan etmiştir. İş Kanunu’ndan ve iş sözleşmesinden dolayı hak ettiği mali hak ve alacaklarının ödenmemesi nedeniyle iş sözleşmesini haklı nedenle feshettiğini belirterek ödenmesini talep etmiştir. Yargılama aşamasında da, davacının talep konusu fazla mesai ve ulusal bayram genel tatil alacaklarına hak kazandığı anlaşılmıştır.

Mahkemenin kıdem tazminatı ödenmemesi yönündeki kararı yasaya aykırıdır. Zira fesih tarihinde davacı işçinin ödenmeyen işçilik alacaklarının bulunduğu anlaşılmakla, başka bir anlatımla haklı fesih nedeninin devam ettiği görülmekle hak düşürücü süre işlemeyecektir. Ayrıca davacı ödenmeyen bir kısım işçilik alacaklarının ödenmesini söz konusu ihtarname ile talep etmiş, bu alacakların bir kısmının ödenmediği Mahkemece de kabul edilmiştir.

Bu sebeple iş sözleşmesini davacının haklı nedenle feshettiğinin kabulü ile kıdem tazminatı talebinin hüküm altına alınması gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde reddi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir. Kararın oy birliği ile bozulmasına hükmedilmiştir” denildi.

×